[Turgut UYAR’ın “küçük adam”ın şiiri’ne dair yazısı]
Hikâyemiz, şiirimiz, genel olarak yazınımız; ama özellikle şiirimiz hikâyemiz (çünkü öbürleri pek yok) son bir iki yıldır kandırmaz, hatta çekilmez oldu.
Dergiler sayı bakımından ne hikâyeyi ne şiiri eksilttiler. Her dergide, gene eskisi kadar hikâye, eskisi kadar şiir var. Belki de fazla bile. Yeni yeni dergiler çıkıp duruyor. (Okuyan mı artıyor yazan mı belli değil.) Okuyoruz okuyoruz, bir hoşnutsuzluğumuz, sıkıntımız var. Hem biz okurken bir bezginlik duyuyoruz, hem ozanın, hikâyecinin yazarken, sanki yazmış olayım diye yazdığını, yazarken kendisinin de bir bezginlik içinde yazdığını sezinliyoruz. Şiirler, hikâyeler kötü de ondan mı diyeceksiniz. Tersine hepsi kusursuz şiirler hikâyeler. İyi yahut güzel demiyorum, ama kusursuz. İşte galiba bütün mesele de burada.
Benim kısaca anladığıma göre iki nedeni var bu işin.
Bakın Orhan Veli’yi bilirsiniz, iyi ozandı. En iyi ozanlarımızdan biriydi. Yıktığı, sonra yerine koyduğu yadsınamaz. Yalnız Orhan Veli ile gündeşleri yazınımıza bir “küçük adam” soktular. Yıllardır çıkaramadık yazınımızdan. Belki Orhan Veli sokmadı ama onun getirdiği anlayışın, onun getirdiği yalınkat söyleyişin, biçimin itelemesi vardır. O biçimle, o deyişle “büyük adam” söylenemezdi sanıyorum. Şöyle uzunca bir şiir bile söylenemezdi. Kendi denediği “Destan Gibi” meydanda. Gerçi “Destan Gibi”nin çelimsizliği yalnız biçimin, deyişin sırtına yüklenemez ama, şiire bu çelimsizliği zorlayan nedenlerin başında geliyordu.
O günlerde her sanatçı karşı konulmaz bir iştahla, sömüre sömüre bu “küçük adam”ın günlük yaşayışını, günlük gelip geçici izlenimlerini, duygulanmalarını yazdılar. Bu günlük duyguların başında, şehvet vardı, açlık vardı, yoksulluk vardı. Bu duyguları küçümsemiyorum. Ama en kaba, en yalınkat belirtilerle bunlar vardı. O günlerde hep sevdik bu “küçük adamı” ilgimizi çekti. Hep bildiğimiz, ama kimsenin gün ışığına, el yüzüne çıkarmadığı, kirli paslı yahut ışıklı, günahsız yönlerini öğrendik. Bunlar biraz da bizim yönlerimizdi. El yüzüne çıkınca ferahladık. Özdenlik dedik bir daha demedik. Sait Faik’in çok eskiden çıkmış bir gazete yazısında “Küçük günlerin muhasebesi, büyük günlerin işletme müdürlüğü” dediğini hatırlıyorum. Evet bir adı da “Küçük gününü yaşamak”tı.
Yalnız bu “küçük adam” hep küçük, hep yalınkat yönleriyle önümüze getirildi. Onun daha sürekli, bütün insanlarla birlikte yüzyıllardır taşıdığı öz bilmezlikten gelindi. Bilinerek yahut bilinmeyerek. Ama bu belki de aşılması gereken bir yoldu. Önce çizgileri çizildi. Hâlâ çizgileri çiziliyor. Büyütemedik adamı. Artık bilmediğimiz izlenimi, duygulanması yok bu “küçük adam”ın. Sokakta görsek tanırız. Nasıl duygulanacağını, belirtisinin neler olacağını, hangi sözlerle durumunu anlatacağını biliriz. Hikâyelerde olsun, şiirlerde olsun onu bir daha bulmak, onunla durup dinlenmeden yüz yüze gelmek bizi usandırıyor. Biraz da “büyük adamı” yahut “küçük adam”ın büyük, deli, karmaşık yönlerini anlatmalı diyorum. Bu bir.
İşin bir de başka bir yönü var. Demin “Çoğu kusursuz şiirler okuyoruz, işte bütün mesele de burada galiba” demiştim.
Şiirimiz aşağı yukarı değişmez bir kalıba girdi. Şiirlerin geometrik yapıları bile hemen hemen birörnek oldu. O 1940 yılları kuşağının yıkmak için kan ter dökerek uğraştıkları kalıpçılığa, donukluğa, hazırlopçuluğa, birörnekliğe yeniden kapıldık. Hem bu sefer yenilik adına, ölçüsüz uyaksız yazmak, bir de mızmız adamı söylemek, yeni olmak için yeter sanıldı. Hâlâ öyle sanılıyor. Yazınla uzaktan yahut biraz daha yakından ilgili okuyucular bu yârenliği beleyip [belleyip] benimsediler. Bunun ötesi yoktu. Yenilik buydu, bu kadardı, bundan sonraki yeniliği anlamak istemiyorlardı. Bir bölüm ozanlar da istemediler.
Artık belirli bir mısra yapısı içinde belirli sözler var. Yılların verdiği alışkanlıkla şiir yazmak kolaylaştı. Dergileri açın, şiirlerde hiçbir kusur, hiçbir taşkınlık bulamazsınız. Ölçülü, biçili ustaca şiirlerdir.
Bu biçim, ozanlarımızı o mızmız “küçük adama”, o “küçük adam” da ozanlarımızı uyuntu, kaçınılmaz biçime zorluyor.
Böylece alışılmış biçimler, ozanları, ister istemez alışılmış özlere götürüyor. Ozan çoğunluğunda bu kısırlıktan, bu kendi yöresinde dönenip durmaktan kurtulma çabası, yerleşmiş biçimlerde söyleyerek hazır okuyucuyu kafese koymak varken hakları da yok değil hani. Dergiciler basıyor, okuyucular alıştıklarını bulmakla hoşnut, vur patlasın çal oynasın herkes geçinip gidiyor. Çoğunda bu biçim öz kaygısı bile yok. Böyle bir sorun yok onlar için. Akıllarına bile gelmiyor. Öyle rahatlar.
Son günlerde bazı yazarlarımızın şiirimizden yakınmaları da bu yüzden sanırım. İlk başlamışlığın tadını arıyorlar. Bulamayacaklarını bilmeden, bulamamaları gerektiğini bilmeden arıyorlar. Kötü şiirler önünde eski şiirleri anıyorlar. Yeni bir “yeniliği” düşünmüyorlar.
Ama bir-iki ozanımız, hikâyecimiz var. Bir yeni şiiri, bir yeni hikâyeyi büyütüyorlar. Sözüm bunlara değildi. Ama aslına bakarsanız bir ülkeye de öyle iyisinden bir-iki ozan, bir-iki hikâyeci de yeter.
Ulus, 16 Kasım 1956