
Estetik Varoluş: İmkanlarla Oynamak
“… gerçeklikle olan tüm bağlantısını kopardı çünkü gerçeklik, mümkün olanın yağmalanmasıydı.”
Bazen sadece olasılıkları, imkanları düşünerek mutlu olabilir insan.
Uzun zamandır birinden hoşlanıyorsunuzdur ve sadece hayallerinizde bu
sevgiye karşılık alabildiğiniz için ona duygularınızı açmayı
erteliyorsunuzdur. Çünkü karşısına çıkıp kalbinizde biriktirdiklerinizi
ona söylerseniz, sonsuz olasılıklar içinden sadece biri gerçekleşecek ve
diğerleri de iptal olacak. ‘Ama benim bir sevgilim’ var dediğini
düşünün… Hep hayalini kurduğunuz, sıcak bir yaz akşamı el ele sahilde
yürüme olasılığınız bir anda çöp tenekesinde bulmaz mı kendisini? Veya…
artık son sahnelerin oynandığı bir ilişkiniz vardır; çok canınız yansa,
gücünüz tükenmiş olsa bile bir türlü ayrılık konuşmasını yapamazsınız.
Çünkü hala herşeyin düzelebileceği olasılığına sıkı sıkı
tutunmuşsunuzdur bir elinizle. Bu imkanın varlığı rahatlatır sizi ve
sona gelmiş olduğunuzu gönül rahatlığıyla inkar etmenizi sağlar.
Bazen sadece bir karar almaktan kaçmak için olasılıklarla oynarız,
imkanların evreninden çıkmak istemeyiz. Tüm olasılıklara eşit mesafede
durduğumuz o korunaklı bölgeyi terk etmek istemeyiz. Çünkü vereceğimiz
karar bizi, herşeyi hayal gücümüzle yönettiğimiz o güçlü konumdan
çıkarıp gerçeklik dünyasına fırlatacak ve kararımız doğrultusunda
ilerlemeye mecbur bırakacaktır.
Hayatınızda önemli kararlar vermeniz gereken zamanları bir düşünün…
Olasılıklarla yatıp kalktığınız günleri… her olasılığı daha da
detaylandırarak tekrar tekrar zihninizde canlandırdığınız anları…
delirmeye ramak kaldığını sandığınız geceleri… ve yine kaldığınız yerden
olasılıkların cümbüşüne uyandığınız sabahları… Bu çıkmazda kalmanın
aslında bir açıdan büyük bir keyif olduğunu şimdi fark edebiliyor
musunuz? Hiçbir şey gerçekleşmiş değil, hiçbir seçim yapmış değilsiniz
ve dolayısıyla henüz hiçbir sorumluluk yüklenmemiş omuzlarınıza. Sadece
bir oyun oynuyorsunuz: o mu bu mu oyunu… Bunu bazıları çıldırtıcı
bulabilir. Olasılıkların sonsuzluğu baş döndürücüdür gerçekten… ama bu
oyundan zevk almasını bildiğinizde, sanki zaman durur ve hep reklamı
yapılan ‘şimdi’de kalırsınız. Çünkü ne ileri ne geri gidebilirsiniz. Tam
o anda durmuşsunuzdur. Ve o ‘şimdi’ genişler her olasılıkla, iyice
yayılır, hem geleceği hem de geçmişi etkisi altına alır. Şimdide
kalmaktan başka çareniz yoktur: ne geçmişin sorumluluğunu ne de
geleceğin bilinmezliğini kaldırabilirsiniz o noktada… sadece olasılıklar
vardır ve olasılıkların sarhoşluğuyla kendinizi kaybetmek
üzeresinizdir.
Büyük hayranı olduğum Danimarkalı düşünür Soren Kierkegaard,
varoluşun üç evresinden bahseder: estetik, etik ve dinsel. İşte
olasılıklarla oynadığımız, bir karar vermekten kaçındığımız, sadece o
anın keyfine kendimizi teslim ettiğimiz bu evreye Kierkegaard estetik
evre diyor. Burada etik bir kararın ağırlığını hissetmeyiz, bir çatışma
yoktur, vicdan muhasebesi yoktur. Estetik evredeki kişi, hayalinde
canlandırdığı her olasılıktan keyif alır ve kendisini buraya sıkıştırır.
Gerçeklikle ilgilenmez. Sadece haz aldığı şeylerin peşindedir,
bağlayıcı kararların hazzı öldürdüğünü düşünür. Hep ilginç olanı arar,
sıkıcılıktan kaçar. ‘Her seçim bir kaybediştir’ der estetik evredeki
kişi ve bu yüzden de seçim yapmayı reddeder. Bu varoluş evresindeki
kişinin bir portresini çizmek için Kierkegaard, Johannes takma adı ile Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü
yazar. Johannes, kendinden yaşça küçük Cordelia adlı genç ve masum bir
kızı yavaş yavaş baştan çıkarmaya girişir, bunu kendisine görev edinir
ve bir an bile hedefinden sapmaz. Kıza gerçekten aşık olduğunu vurgulasa
da, Johannes’in asıl amacı aşkın erotik gücünden sonuna kadar
faydalanmak, Cordelia’nin kadınlığını uyandırmak, baştan çıkarılmanın
zevkine varmasını sağlamak ve nihayet onunla nişanlanmaktır. Fakat
toplumsal hayat kurallarınca, sonraki adım olan evliliği asla
gerçekleştirmemektir bu oyunu ilginç kılacak olan. Johannes planını öyle
uygulayacaktır ki, Cordelia bu nişanı bozmak isteyen taraf
olacaktır.1840’lardan bahsediyoruz… Danimarka’da bile olsa, o dönemlerde
genç bir kızın nişan bozması epey büyük bir skandal olarak görülüyordu.
Buna rağmen Johannes, Cordelia’yı bu raddeye getirmek istiyor.
Cordelia’nın içindeki gücü uyandırmak için yaptığını söylüyor bunu:
Aşkın ne demek olduğunu Johannes ile anlayacak olan Cordelia, bir erkeği
etkisi altına almanın tadına varınca kadınlığının gücünü de keşfetmiş
olacak. Ama Johannes’e daha da bağlanacak bu süreç içinde. Ve
Johannes’in planı bu noktada ikinci aşamaya geçecek: Cordelia’ya
özgürlüğünü vermek. İkisi de özgür olduklarında ancak birbirlerine ait
olacaklar Johannes’e göre. Bu yüzden de bütün bağlılıklarından,
toplumsal kurallardan arınmaları gerek. İşte tam burada Johannes’in
Cordelia’yı evlilik kararını bozmaya doğru cezbetmesiyle devam edecektir
oyun. Nihayetinde Johannes bunu başarır. Cordelia’dan ‘herşeyi’
aldıktan sonra, onu terk eder. Aşk ancak karşı taraftan bir direnç
görüldükçe güzeldir Johannes’e göre; tamamen teslim olunduğunda aşk
alışkanlığa ve güçsüzlüğe dönüşür, ki bu da estetik varoluş evresinde
‘sıkıcılığa’ tekabül eder. Günlüğün ilk sayfalarında neredeyse okuyucuyu
da Cordelia’ya duyduğu aşkla baştan çıkaran Johannes, son sayfalardaki
sözleriyle okuyucuda büyük bir rahatsızlık uyandırır. Hayalini kurduğu,
peşinden aylarca sürüklendiği imkanı gerçekleşen Johannes, konuyu tam
orada kapatır ve Cordelia’yı bir daha asla görmeyeceğini söyleyerek
günlüğüne son verir. Kitabın başına yerleştirilen, Cordelia’nın
Johannes’e bu olaydan sonra yazdığı mektuplara döner okuyucu. Gerçekten
de Cordelia’nın o mektuplarda hayattan kazık yiyerek olgunlaşmış genç
bir kadın olduğunu fark eder. Johannes’in planı kusursuz işlemiştir… ama
tüm bunlara değer miydi diye de sormadan edemez okuyucu. Tüm yapılanın
‘etik’ boyutunu sorgular, vicdanı sızlar. Johannes estetik varoluş
evresinde kalır ama biz okuyucular, bir üst evre olan etik varoluş
evresine geçmek isteriz… çünkü burada yanlış birşeyler vardır. Verilen
bir sözün ve bir kararın sorumluluğundan kaçmanın öteki üzerinde
bıraktığı derin yara vardır… ve bu, canımızı acıtır.
Ahlâkî (Etik) Varoluş: Sorumluluk ve Fedakârlık
Aslında Baştan Çıkarıcı Johannes takma adını kullanarak yazan
Kierkegaard’ın da canı acımaktaydı. 1837 yılında 24 yaşındayken, 14
yaşındaki Regine Olsen ile ilk kez karşılaşan Kierkegaard ona hemen aşık
olmuştu. Çift 1840 yılında nişanlandı. Kierkegaard doktora tezini
tamamlamış, Devlet Kilisesi’ndeki eğitiminin sonuna gelmişti. Kamusal
hayata atılıp sorumluluk almaya hazırdı artık. Fakat 1841 yılında, yani
nişandan tam bir yıl sonra ayrıldı genç çift. Babasını da aynı dönemde
kaybeden Kierkegaard’ı derin bir melankoli rehin aldı. Regine’ye olan
sevgisini yitirmemiş olmasına rağmen, evlilik fikri onu iliklerine kadar
korkutuyor; aile kurmak ve baba olmak gibi sorumluluklardan kaçmak
istiyordu. Bozulan nişanın akabinde Kierkegaard Berlin’de aldı soluğu:
sadece yazacağı ve Schelling’in derslerine katılacağı aşırı üretken bir
dönem onu bekliyordu. Regine ise henüz 18 yaşında ortada kalakalmıştı.
1843 yılında yayınlanan Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü,
Kierkegaard’ın Regine Olsen’e ithafen yazdığı söylenir. Regine’nin adını
kurtarmak için Johannes gibi bir kılığa bürünüp, bozulan nişanın suçunu
üstüne almak için ve Regine’yi kendinden daha da uzaklaştırmak için
yazılmıştır bu kitap sanki… Yani aslında Kierkegaard, estetik varoluş
evresindeki Johannes’i aşmış, etik varoluş evresine geçmiştir ve bu, onu
neredeyse duraksız yazmaya itmiştir yaptıklarının suçunu üstlenme
arzusuyla…
Estetik evre, anlık hazların peşindeyken ve kendisini şimdiye
hapsederken, etik evre sonsuza ve evrensele ulaşmayı hedefler. Toplumu
ve ahlakı kuran etik kurallara değer verir. Özgür olmanın bize yüklediği
sorumluluklarımız vardır ve bunlardan kaçmak çözüm değildir. Aksine her
yeni güne, bu sorumluluklar ışığında ‘hazırım’ diye uyanmaktır etik
varoluş: yani bir adanmışlıktır, bir sözü yerine getirmektir. Etik
varoluştaki birini tanıtmak için kullandığı Wilhelm takma adıyla yazdığı
yazılarda Kierkegaard, estetik evrenin çıkmazlarını ele alır ama asla
eleştirmez. Çünkü bunlar birbirlerini tamamlayan evrelerdir. Fakat
kişiliğin kurulması etik evrede gerçekleşir. Çünkü bizi olduğumuz kişi
yapan şey kararlarımız ve seçimlerimizdir. İşte o karar anları, uğrunda
öleceğimiz ya da hayatımızı adayacağımız hakikatin açımlandığı anlardır…
Hayatın dağınık anları tam da bu kararlarda ve seçimlerde bir araya
toplanır ve bir bütünlük hissi verir. Her seçim bir kaybediş değildir
belki de, çünkü her seçimle kendimizi kazanırız aslında. Evet
olasılıklardan feragat etmek zorunda kalırız, ama bir karar vermiş
olarak kendimizi de ortaya koymuş oluruz. Günlerce oturup içimizde
biriktirdiğimiz duyguları nasıl söyleyeceğimizin hayalini kurmak yerine,
cesareti toplayıp ‘seni seviyorum’ demenin sonuçlarına hazır olmanın
ayrı bir keyfi vardır… Bizi ilerletir… Aynı şekilde, kaçınılan ayrılık
konuşması örneğinde de aynı şey söz konusudur… Bir defteri
kapatabilmenin gücüyle yeni olasılıklara açılırız. Evet bir grup sonsuz
olasılık iptal edilmiş olur ama bir başka grup sonsuz olasılık hala bizi
beklemektedir. Özgürlüğün sorumluluğu, karar verebilmenin sorumluluğu
budur: gerçeklikle muhattap olup imkan gruplarını bir bir öldürmektir.
Mümkün olandan çalmaktır seçim yapmak ama bizi ‘kişiliğimize’
kavuşturacak olan budur. Katettiğimiz yolu görmemizi sağlayan,
yaptığımız seçimlerdir…
Kierkegaard’ın çok meşhur Korku ve Titreme adlı kitabında
yeniden ele aldığı Avraam ve Yitzhak hikayesinde ‘dinsel’ varoluş
evresini nasıl açıkladığını ise diğer yazıya bırakalım derim… Bir ipucu:
Orada da, hala sevdiği (belki de hayatı boyunca sevdiği tek kadın olan)
Regine Olsen’le ufak bir hesaplaşması vardır…
Saçma Bile Olsa İnanmak: Korku ve Titreme
kitabıdır. Hz. İbrahim’ın, oğlu İzhak’ı [bize göre İsmâil AS] kurban etme hikayesini ilk kez,
Kierkegaard’ın varoluş krizleriyle dolu, hayli duygulu ve bir o kadar
şiirsel yorumu üzerinden okuduktan sonra hikayenin orjinalini, yani
Kutsal Kitap’taki halini okumak için büyük bir merak uyanmıştı içimde.
Kierkegaard’ı böylesine etkileyen bu hikaye, ‘İnsalığın En Büyük
Hikayesi’nde nasıl anlatılmıştı acaba? Büyük bir merakla ilgili bölümü
açtım ve Kierkegaard’ın 120-küsur sayfalık bu etkileyici metni yazmasına
esin olan hikayenin kupkuru 13 cümleden ibaret olduğunu gördüm. Ne
büyük bir hayalkırıklığına uğradığımı size anlatamam. Bu 13 cümlede
Tanrı Avraam’dan, yıllarca beklediği oğlu Yitzhak’ı kurban etmesini
ister. Avraam, Tanrı’nın bu dehşet verici isteğini hiç tereddütsüz
yerine getirir ve büyük bir soğukkanlılıkla Moria Dağı’na götürür
biricik oğlunu – öldürmek için! Fakat son anda, Tanrı bir melek
aracılığıyla Avraam’a oğlu yerine kurban etmesi için bir koç gönderir.
Avraam, Tanrı’nın sınavını geçmiştir. Bu korkunç sınamayı anlatan
satırlarda sadece 2 duygunun adı geçer: ‘… sevdiğin biricik oğlun…’ der Tanrı ve ‘…Tanrı’dan korktuğunu anladım’
der kurbanlık koçu getiren melek. Sevgi ve Korku: Kutsal Kitap sadece
bu duyguların adını anar. Tabii ki burada şaşılacak bir durum, Kutsal
Kitap’ta tesadüf yoktur! Zaten Kierkegaard’ın da bütün çabası, bu
hikayeyi Kutsal Kitap’taki bağlamından çıkarıp gündelik hayat
çerçevesinde düşündüğümüzde, böylesine korkunç bir durumla baş ederken
sevgi ve korkunun ilişkisini incelemek. Bu arada söylemeden geçmeyeyim:
İlk bakışta kupkuru bulduğum bu 13 cümlenin neden bu şekilde yazıldığını
daha sonra idrak edebildim: Çünkü bu 13-cümle dünyanın en çok
yorumlanan 13-cümlesinden biriydi ve bunca yorumu kaldırabilmesinin tek
koşulu ise kupkuru ifade edilmiş olmasıydı! ‘İnsanlığın En Büyük
Hikayesi’, tüm insanlığın yorumuna açıktı ne de olsa…
Korku ve Titreme, Avraam ve Yithzak’ın 13 cümlede anlatılan
hikayesinde ne gibi duyguların yaşanmış olabileceğini anlatmak için
hikayenin dört farklı verisyonunu kurar. İlkinde, Avraam şefkati bir
baba gibi Yitzhak’ı dağa çıkarır ama vardıklarında gaddarca, ‘aptal
çocuk ben senin baban değilim’ der. Yitzak bunun üzerine gerçek babası
olan Tanrı’ya sığınır. Avraam’ın bunu yapmaktaki amacı, Yitzhak’ın
kendisinden vazgeçip Tanrı’ya daha çok bağlanmasını sağlamaktır. İkinci
versiyonda, Avraam tam hançeri Yitzhak’a saplamak üzereyken Tanrı
kurbanlık koçu gönderir. Koç kurban edilir ve Avraam ile Yitzhak
sessizce eve dönerler. Fakat bu olaydan sonra Avraam bir daha hiç mutlu
olamaz. Tanrı’nın bu sınavını asla unutamaz ve Tanrı’ya olan inancını
yitirir. Çünkü hançeri kaldırdığı an, zaten oğlunu öldürdüğü andır.
Kendisinden böyle birşey isteyen bir Tanrı ancak onu terk etmiş bir
Tanrı olmalıdır diye düşünür Avraam. Üçüncü versiyonda, Avraam Tanrı’nın
sınavını kabul eder ama bir yandan da biricik oğlunu öldürmeye razı
geldiği ve babalık görevine ihanet ettiği için Tanrı’ya bu ‘günahını’
bağışlaması için yakarır. Avraam’ın inancı hala herşeye rağmen
sapasağlamdır. Dördüncü versiyon ise Yitzhak’a odaklanır. Yitzhak
babasının acısını hisseder ama yine de onun hiç duraksamadan hançeri
kaldırdığına şahit olur. Yitzhak o an babasının inancının sağlamlığı
karşısında kendi inancını yitirir. Küçük bir çocuk için, babasının
Tanrı’yı, kendisinden daha çok sevdiğini ve Tanrı isterse onu
öldürebileceğini fark etmek büyük bir travmadır hiç kuşkusuz.
Tanrı’nın çağrısıyla kendisini böylesine dehşet bir durumda bulan
Avraam’ın neler hissetmiş olabileceğine biraz daha yaklaştırır bizi bu
senaryolar, ama yine de soru hala aynıdır: Avraam’ı nasıl anlayabiliriz?
Avraam’ın tam bir asır sonra, 100 yaşındayken bir mucize eseri sahip
olduğu, canından bile çok sevdiği oğlunu öldürmek üzere hançerini
kaldırmasına sebep olan inancını nasıl anlayabiliriz? Kierkegaard bu
sorulara, kurgusal bir şair olan Johannes de Silentio takma adıyla cevap
verir: Anlayamayız! Sessizliğin şairi bize, söze dökülemeyen, dil
yoluyla kavranamayacak bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyler.
Avraam’ın yaptığı üzerine düşünmek aklı ve anlama yetisini felce
uğratır, çünkü aklın ve anlama yetisinin sınırlarını aşan bir şey
devrededir burada: inanç! Evrensel etik kuralları bir anda geçersiz
kılan, onları yıkan bir durum söz konusudur. Bir babanın oğlunu
öldürmeye razı gelmesini hiçbir etik yaklaşım açıklayamaz. Bu, en temel
etik yasaya olan ‘Öldürmeyeceksin’ ile çelişir ve etik açıdan hiçbir
şekilde haklı çıkarılamaz. Avraam’ın yaptığı, Agamemnon ya da Yiftah
gibi ‘trajik kahramanların’ yaptığın benzer bir seçim değildir. Trajik
kahraman hala etik çerçevenin içindedir, iki etik sorumluluk arasında
sıkışmıştır. İki evrensel kural arasında bir seçim yapmak zorunda
kaldığı için yaşadığı bir gerginliktir onun trajedisine sebep. Örneğin,
halkını kurtarmak için öz kızını kurban etmek zorunda kalmak gibi.
Trajik kahramanın için üzülürüz, onun sıkışmışlığını anlayabiliriz, akıl
yoluyla açıklayabiliriz. Fakat Avraam’ın durumunda etiğin
açıklayamadığı, yetersiz kaldığı birşey vardır: Avraam içindeki inanç uğruna oğlunu feda etmeye hazırlanır. Yani etik varoluş evresinden, dinsel evreye bir sıçrama yapar.
Kierkegaard, De Silentio’nun ağzından iki tür inanç
hareketi olduğunu anlatır. İlk sıçramayı gerçekleştiremeyen ikincisini
yapamaz. İlk sıçrama, arzu ettiği şeyden bu gerçeklik dünyasında tamamen
vazgeçmeyi gerektirir. Fakat bunun kazanımı, kişinin o şeyi kendi
içselliğinde sonsuza kadar yaşatabilmesidir. Kişi bu dünyadan çekilir
ama sonsuzlukta yaşamaya devam eder. Çok da yabancı olmayan bir örnekle
anlatalım durumu: Karşılıksız bir aşk ilişkisi düşünün; fakir bir köylü
bir prensese aşık olsun mesela. Asla gerçekliğe kavuşamayacak bir aşktır
bu. Köylü aşkından vazgeçemez, bu aşka teslim olur, onun içinde
boğulmaya razıdır. Bu uğurda herşeyi feda edecek cesarete sahiptir ve bu
sayede inanç sıçramasını yapar: kendisini bu dünyadaki diğer tüm
imkanlara, diğer tüm aşklara, diğer tüm kadınlara kapatır. İçinde
yaşatır prensese duyduğu aşkı. Onu kendi içsel dünyasında elde eder. Bu
dünyadan geri çekilirken bu dünyaya karşı beslediği tüm umutlarını da
çeker. Bu dünyadaki imkansızlığa sırtını döner; bunun kazandırdığı ise
ideal ve sonsuz bir aşktır. Bu inanç sıçramasını gerçekleştiren kişi
huzura erer. Çünkü ne olursa olsun prensesi sevmeye devam edecektir:
Prensesin bu dünyada ne yaptığı, kiminle olduğu onu hiç ilgilendirmez
artık. Prensesi ideal dünyaya taşımıştır ve orada onunla mutludur.
İkinci inanç sıçraması ise birincisinden daha büyük bir cesaret
gerektirir ve ancak birinci sıçramadan sonra mümkün hale gelir. Prensese
duyulan aşk örneğinden devam edersek, bu aşamada köylüye bir umut eşlik
eder hep. Bir yanıyla prensesten sonsuza kadar vazgeçmiştir ama bir
yanıyla da, ‘saçma’ bile olsa, prensesi bu dünyada kazanabileceğine
inanır. Yani önce imkansızlıkla yüzleşir, sonra da saçma bile olsa
imkansızın gerçekleşebileceğine inanır. Bu inanç sıçramasında, sığındığı
ebedi ideal dünyadan, gerçeklik dünyasına kocaman bir adımla uzanma
itkisi vardır. Gerçeklik dünyasına yeniden sıçramak için gereken bu
umudu tetikleyen nedir, bu ise asla dile getirilemez.
Şimdi Avraam’ın hikayesine tekrar dönelim ve onun bu inanç
sıçramasını nasıl gerçekleştirdiğine bakalım. Avraam çok inançlı ve
Tanrı korkusu olan bir insan. Aynı zamanda oğlunu çok seven bir baba.
Ancak böyle bir insan Tanrı’nın bu ‘zorlu’ sınavına tabi tutulabilirdi
zaten. Avraam, Tanrı ona seslendiği an -Tanrı’nın ondan ne isteyeceğini
hiç düşünmeden, sorgulamadan- hemen onun çağrısının sorumluluğunu
üstlenir. Zaten Tanrı sizi çağırıyorsa, duymazlıktan gelme gibi bir
şansınız olduğunu sanmıyorum! Ve hemen ardından Tanrı’nın isteğiyle
yüzleşir Avraam, korku ve titremeyle… oğlunu feda etmeye hazır olması
yetmez, bu işi yapmak zorunda olan da yine kendisidir. Neden Tanrı
kendisi gelip almaz Yitzhak’ı da bu işi Avraam’a yaptırmak ister? İşin
dehşetini yavaş yavaş daha iyi idrak ediyoruz, değil mi? Bununla da
kalmaz, Tanrı Avraam’dan dünyada en sevdiği şeyi kurban etmesini ister.
Çünkü gerçek sınav, kişinin ancak en değerli bulduğu, onsuz
yaşayamayacağı şeyi kaybetmeyi göze alıp almadığında ortaya çıkar.
Üstüne üstlük Yithzak, soyun devamını da simgelemektedir. Yani Tanrı
Avraam’dan tek oğlunu değil, gelecek nesillerdeki oğullarını, tüm soyunu
da kurban etmesini ister. Kutsal Kitap’taki 13 cümle, tüm bunlar olup
biterken Avraam’ın hissettiği korkuyu bize hiç belli etmez. Dağa
çıkarlar. Avraam oğlunu öldürmek üzere hançeri kaldırır. Gözlerinde
keder, kalbinde acı ve tüm varoluşunu titreten bir korku vardır
bedeninde. Şimdi bir anlığına donduralım sahneyi: Avraam oğlunu dağa
çıkardığında ilk inanç sıçramasını yaptı ve oğlundan vazgeçti, onu
kurban etmeye razı oldu. Fakat bununla kalmadı, Avraam ikinci sıçramayı
da gerçekleştirdi. Zaten bu sayede hançeri havaya kaldıracak gücü
bulabildi. Avraam, ‘saçma bile olsa’ hala oğlunu geri alabileceğine
inanıyordu; çünkü Tanrı için herşey mümkündü. Avraam tüm etik kuralları
hiç saydı ve Yitzhak’a yeniden kavuşacağına inanarak dinsel evreye
sıçradı… Şimdi devam etsin sahne: Avraam, bir eliyle hançeri, diğeriyle
Yitzhak’ın boynunu tutarken bir yandan bu dünyada herşeyi kaybettiğine
inanıyor, bir yandan da bunların hepsinin ona yeniden geri döneceğine
inanıyordu. Ve saçma olan gerçekleşti: Tanrı tam o anda (ne erken ne de
geç, tam gerektiği anda) ona kurbanlık bir koç gönderdi… Yitzhak’ı
ikinci kez armağan etti Avraam’a… Bu uçurumdan ancak Avraam gibi inançlı
insanlar atlayabilir Kierkegaard’a göre… Saçma olana inanmak her baba
yiğidin harcı değildir, kendinizi bir anda yere çakılmış bulmanız da
imkanlar dahilinde ne de olsa…
Son Batman filminde (‘Kara Şövalye Yükseliyor’)
Kierkegaard’ın bahsettiği inanç sıçramasına örnek olabilecek çok güzel
bir sahne var. Bruce Wayne’in, nam-ı diğer Batman’in, hapsedildiği derin
çukurdan kurtulabilmesi için uçurumdan atlaması gerekiyor. Ama o bir
türlü başaramıyor bunu. Derken, hücre komşusu kör bir bilge, ona
yeterince korkmadığını, oysa bu sıçramayı yapabilmek için ölümden
korkmak gerektiğini söylüyor. Korku olmadan cesaret olmaz, cesaret
olmadan da inanç sıçraması gerçekleştirilemez. Ölümden korkmayı öğrenen
Bruce Wayne sıçramayı gerçekleştirir ve kurtulur. İnanç korkuyu
gerektirir. Bizi umuda yönelten, saçmaya inandıran şey, bizi
iliklerimize kadar zangır zangır titreyen korkudur. İnanca adanmış bir
hayat kolay bir hayat değildir. Kierkegaard tam da bunu göstermek için
bize Avraam’ın dehşet hikayesini anlatır. Regine Olsen’le nişanını neden
bozduğunu anlatmak için de bir vesiledir sanki bu… Kendisini etik
hayatın yükümlülüklerini (iyi bir koca, iyi bir baba olma vs) aşan bir
yola adadığını düşünür Kierkegaard. Oysa yanıldığının kendisi de
farkındadır. 1843’te (Regine’den ayrıldıktan 2 sene sonra, Korku ve Titreme’nin
yayınlandığı sene) günlüğüne şunları yazmıştır: ‘Eğer gerçekten inancım
olsaydı, Regine’yle kalırdım’… Belki de Kierkegaard, Regine konusunda
Batman kadar ileri gidememiş, ikinci sıçramayı gerçekleştirememiştir…
Belki de ikinci sıçrama ancak Avraam ya da Batman gibi süper
kahramanların yapabileceği bir şeydir…