Size bir anımı nakledeceğim. 1966 yılının Mart ayı olabilir. Cizre’den Suriye’ye geçtim. O zaman ben çok sıkı bir Kürtçüydüm. Etnik olarak Kürtlükle hiçbir alakam yok. “Pasavan”la geçiliyordu o zaman. Sınır insanları böldüğü için sınırın iki tarafında da aynı aileden insanlar var. Dolayısıyla ben dilekçemi “Dayımın hastalığı sebebiyle” gibi uyduruk bir şeyle verdim. Ve bir pasavan aldım kaymakamlıktan. Yanımda Cizreli, Hukuk Fakültesi talebesi veya mezunu –şu anda hatırlayamıyorum- biriyle geçtim sınırı. Orada ben on gün kaldım. Birçok köy ve kasaba gördüm. Bizim Türkçede Derik adını verdiğimiz, onların Arapça başka bir isim verdikleri bir kasabada çok militan sıkı Kürtçü Kürtlerle tanıştım. “Ah sizin oradaki dağlar bizim orada olacaktı ki siz görecektiniz” diyorlardı. Bir tanesi, yanılmıyorsam Agit isminde biri bana “Bütün derdimiz sizin topraklarınızdaki Kürtler” dedi. “Onlara Kürt olduklarını anlatamıyoruz. Tutturmuşlar ‘Türk’üz’ diye!” Hacca giden ve Hac’dan dönen insanlara propaganda yapmaya çalışıyorlar. Fakat bunları hiç dinlemiyorlar. “Gidin işinize! Bir Türk’üz!” diyorlar. Bunu Kurmanci söylüyorlar. “Sonunda o kadar öfkelendim ve ‘Ulan sizin ananızı Türk mü bilmem ne yaptı!’ diye onlara küfrettim.” dedi. Yıl 1966. Türkiye sınırları içinde bir asimilasyon politikası bilhassa Batılı güçlerce engellenmiş olduğu halde insanların dini dayanakları yüzünden kendilerini İslâm davasına bağlı olmaları yüzünden Türk saymaları kendiliğinden bir hadiseydi. Şimdi işler çok değişti ve artık insanlar hangi etnik geçmişe sahip olurlarsa olsunlar; Kürt olup olmamaları hiç mühim değil, hepsi Türkiye aleyhinde görüşlerle donatılıyorlar. Türkiye’de en normal, en kolay kabul edilen şey vatan hainliği. Hiç kimse görüşlerinin vatan ihaneti olduğunu düşünmüyor ve eğer böyle bir şeyden haberdar olursa “Demek ki vatan hainliği iyi bir şeymiş.” diyecek şekilde eğitiliyor.ugün Türkiye’nin çok büyük bir tehlike içinde olduğu ve bu tehlikenin tamamının Türkiye’yi yönetenler tarafından yaratıldığı, üretildiği bilgisinden mahrum yaşıyoruz. Türkiye büyük tehlikeler altındadır. Ve bütün tehlikeler Türkiye’de işlere hâkim olan insanlar tarafından üretilmektedir. Mesela insanlar Barzani’nin Türk dışişleri tarafından yıllar yılı kırmızı pasaportla ödüllendirildiğini konuşmuyor. Mesela hiç kimse PKK’nın gerçekte bir Kürt örgütü mü yoksa Ermeni örgütü mü olduğu meselesini ciddi bir şekilde sorgulamıyor. İnsanlar sanki dangalaklık onların iftihar edecekleri en büyük şeymiş gibi yaşıyor ve münasebetlerinin bu şekilde devam ettiriyorlar. Türkiye’de bu mesele bugün çözüme götürülmek istenen mesele nasıl doğdu? Herkes bu konuda anlaşmış. Hıristiyan takvimine göre 1984 yılında PKK’nın silahlı mücadeleye başlamasıyla doğan bir meseleyi çözüme götürmek istiyorlar. 1984 senesi nasıl bir zamandır? 12 Eylül darbesinin tesirinin hiç azalmadığı bir zamandır. Üniformalı insanların duruma tamamiyle hâkim oldukları bir zaman. Zaten bugün de 12 Eylül’ün getirdiği şartlar hâkim değil mi Türkiye’ye? İnsanlar kendilerinin ahmak yerine konulmasını kabul etmeme ciddiyetine kavuşmalı diye söylüyorum bunları. Bunları 30 sene önce de söylüyordum. Ama ne yazık ki müşterisi çıkmadı bunların. Dünyada Kürt nüfusunun en kalabalık olduğu yer Türkiye Cumhuriyeti sınırları içidir. Söylendiğine göre bütün dünyadaki Kürtlerin %80’i Türkiye’dedir. Dolayısıyla dünyaya hâkim olmak isteyen gücün elinde bir kozdur. Neye karşı? “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”ı zikredenlere karşı. Bu bir kozdur. Bu dünya siyasetinin çekilip çevrilişinde mutlaka bir Kürdistan problemi doğacağı bilindiği için ve bu da Ankara’da bulunanları reddedemeyecekleri talepler karşısında bırakacağı için Kürt meselesini kendi meselesiymiş gibi ilan eden bir kuruluşun Türkiye içinden harekete geçmesine fırsat verilmesi tavsiye edildi birilerine. Çünkü Kürt meselesini yürüten Barzani ve Talabani güçlerinin devletler hukukuna göre tanınabilirlik vasıfları vardı. Peşmergelerin bir üniformaları var. Birleşmiş Milletler diyor ki üniformalı bir kuvveti olan şey devlet sayılabilir. Eğer Kürt meselesini Barzani ya da Talabani Türkiye’de ilerletecek olursa buna karşı Ankara hükümetinin mecbur olduğu beynelmilel kaideler var. Onun için Ankara’dan bir kendi denetimi altında Kürt unsuru, Kürt savaşçısı üretilmesi tavsiye edildi ki Beynelmilel mecburiyetlerden sıyrılabilinsin. Ben işin ayrıntılarını bilmiyorum, sadece teorik bir mülahaza. Birçok şeyler olup bitmiştir. Ama Türkiye’de konuşulan şeylerin tamamının bizi aldatmak üzere üretilmiş şeyler olduğunu söylememiz lazım. Dikkat ederseniz bu Kürt meselesi konuşulduğu zaman birtakım insanlar -ki bunların çoğu akademik titre sahiptir, derler ki “Hayır! Asla bu Kürt işinde bir uluslararası müdahale bahis konusu değil, talepler Kürt halkının talepleridir.” Bu işin bir Türkiye aleyhine mesele olduğunun bilinmesi böyle argümanlarla önlenmiştir. İşin bize Türkiye’de “Ben Türk Milleti’ne mensubum.” diyen insanlara ne mana ifade ettiğini kavramamız lazım. Türkiye’de yapılan işler asla Türkiye’nin daha üstün bir pozisyona geçmesine yarayan işler değildir. Recep Tayyip Erdoğan için “Mustafa Kemal’dan daha etkin reformlar yaptı.” El-hak doğrudur. Ecevit İkinci Atatürk olmayı beceremedi ama bence Recep Tayyip Erdoğan becerdi.
Size bir anımı nakledeceğim. 1966 yılının Mart ayı olabilir. Cizre’den Suriye’ye geçtim. O zaman ben çok sıkı bir Kürtçüydüm. Etnik olarak Kürtlükle hiçbir alakam yok. “Pasavan”la geçiliyordu o zaman. Sınır insanları böldüğü için sınırın iki tarafında da aynı aileden insanlar var. Dolayısıyla ben dilekçemi “Dayımın hastalığı sebebiyle” gibi uyduruk bir şeyle verdim. Ve bir pasavan aldım kaymakamlıktan. Yanımda Cizreli, Hukuk Fakültesi talebesi veya mezunu –şu anda hatırlayamıyorum- biriyle geçtim sınırı. Orada ben on gün kaldım. Birçok köy ve kasaba gördüm. Bizim Türkçede Derik adını verdiğimiz, onların Arapça başka bir isim verdikleri bir kasabada çok militan sıkı Kürtçü Kürtlerle tanıştım. “Ah sizin oradaki dağlar bizim orada olacaktı ki siz görecektiniz” diyorlardı. Bir tanesi, yanılmıyorsam Agit isminde biri bana “Bütün derdimiz sizin topraklarınızdaki Kürtler” dedi. “Onlara Kürt olduklarını anlatamıyoruz. Tutturmuşlar ‘Türk’üz’ diye!” Hacca giden ve Hac’dan dönen insanlara propaganda yapmaya çalışıyorlar. Fakat bunları hiç dinlemiyorlar. “Gidin işinize! Bir Türk’üz!” diyorlar. Bunu Kurmanci söylüyorlar. “Sonunda o kadar öfkelendim ve ‘Ulan sizin ananızı Türk mü bilmem ne yaptı!’ diye onlara küfrettim.” dedi. Yıl 1966. Türkiye sınırları içinde bir asimilasyon politikası bilhassa Batılı güçlerce engellenmiş olduğu halde insanların dini dayanakları yüzünden kendilerini İslâm davasına bağlı olmaları yüzünden Türk saymaları kendiliğinden bir hadiseydi. Şimdi işler çok değişti ve artık insanlar hangi etnik geçmişe sahip olurlarsa olsunlar; Kürt olup olmamaları hiç mühim değil, hepsi Türkiye aleyhinde görüşlerle donatılıyorlar. Türkiye’de en normal, en kolay kabul edilen şey vatan hainliği. Hiç kimse görüşlerinin vatan ihaneti olduğunu düşünmüyor ve eğer böyle bir şeyden haberdar olursa “Demek ki vatan hainliği iyi bir şeymiş.” diyecek şekilde eğitiliyor…