
Bu kaside henüz 14 yaşında tahta geçen ve aslında çok zeki ve inkılapçı bir şahsiyet olmasına rağmen tecrübesizliğinin kurbanı olan Sultan II. Osman’ın 1621 senesi Mayıs ayında Davutpaşa kışlasından hareketle çıktığı Lehistan Seferi münasebetiyle yazılmıştır. Kamaniçe’nin güneyinde Dinyestr nehri kıyısında müstahkem bir kale olan Hotin’in muhasara edildiği bu seferde, düşman üzerine altı yürüyüş yapılmasına rağmen pek bir başarı elde edilememiş, nihayet düşmanın barış talebi üzerine 6 Ekim’de sulh imzalanarak İstanbul’a dönülmüştür. Aslında Baltık denizine açılarak güçlü bir donanma ile Avrupa’yı kuzeyden kuşatmak gibi büyük emeller beslediği rivayet edilen padişahın bu seferdeki başarısızlığının en büyük sebebi olarak askere karşı eli sıkı davranması gösterilir. Bir zafer sayılmaması gereken böyle bir seferden sonra Nef’î’nin kaleme aldığı bu kasidesindeki üslûbu, tamamiyle kaside tarzının gereği olan mübalâğalı ifadeler kullanma şartı ile izah edilebilecek bir husustur. Aslında günümüz mantığı ile bakıldığında çoğu beyitleri bir karikatür manzarası teşkil eden bu sanatlı sözlerin o devirde ciddiyetle söylenip dinlenmesi, yirminci asır insanları olarak bizler için izahı ve anlaşılması gerçekten zor hâllerdendir.
| Beyit | Günümüz Türkçesi | Şerh |
|---|---|---|
| 01. Âferîn ey rûzgârun şehsüvâr-i safderi 'Arşa as şimden girü tîg-i Süreyyâ-cevheri | 01. Aferin ey zamanın saflar yaran usta binicisi! Artık bundan sonra Süreyya cevherli kılıcını Arşa as. | 01 - Günümüzde daha çok büyüğün küçüğü takdiri için kullanılan "âferîn" hitap edatı, eski metinlerde burada olduğu gibi küçük rütbeli bir kimsenin büyüğün yaptığı bir işi beğenmesi sadedinde de kullanılabiliyordu. "Rüzgâr" zaman demektir. "Şehsüvâr" usta binici, "safder" ise hücumları ile düşman saflarını darmadağın eden kahraman demektir. Şairin ifadesine göre padişah büyük bir zafer kazanmıştır, bunun üzerine artık Süreyya cevherli kılıcını asabileceği yer ancak "Arş"tır. "Süreyya" Türkçede "Ülker" denen yedi parlak yıldızdan oluşan bir yıldız kümesinin ismidir. Eskiden padişahlar ve yüksek rütbeli devlet mensupları "murassa" [= değerli taşlarla süslenmiş] denen hançer ve kılıçlar (bk. res. 210) kuşanırlardı. Şair padişahın kabzası parlak inciler yahut değerli taşlarla parlayan kılıcını "Süreyyâ-cevher" [= mücevherleri Süreyya takım yıldızı olan] şeklinde tasvir etmektedir (mübalâğa). Böylece kılıcın dolayısıyla padişahın kudret ve ihtişamını vurgulamaktadır. "Arş" maddî gök tasavvurlarının haricinde, hayalin ötesinde, daha çok dinî ve manevî yapıda bütün âlemi kaplayan ve bütün feleklerin üzerinde olarak kabul edilen ilâhî bir kavramdır. Eskiden zamanında harplere katılmış kimselerin kılıçlarını düşman kanı üzerinde olduğu hâlde bir hatıra olmak üzere duvara asmaları âdetti. Savaşlarda üstün başarılar gösteren yiğit ve kahramanların yay, gürz, gülle, kılıç gibi silâhları da şan olsun diye kale duvarlarına yahut kapılarına asılırdı, (bk. res. 212). Şair, padişahın kılıcını, daha doğrusu kılıcı ile elde ettiği başarı dolayısı ile kendisini överken "Senin kılıcın öyle şan kazandı ki onun asılmaya lâyık olduğu yer ancak Arş olabilir" demektedir. |
| 02. Pâre-i elmâsdur seng-i fesânı neyler ol Çarha çekme bir dahi şemşîr-i vâlâ-gevheri | 02. Bir daha [bu] cevheri yüksek kılıcı çarka çekme. O bir elmas parçasıdır, bileyi taşını ne yapsın? | 02 - Bilindiği üzere elmas, parlaklığı ve aşırı sertliği ile tanınan değerli bir mücevherdir. Ancak "elmas" kelimesi burada -günümüzde olduğu gibi- özel bir metodla su verilerek "çok sert hâle gelmiş çelik" anlamında kullanılmıştır. Aynı zamanda kılıcın parlaklığı ve kıymeti sebebiyle değerli taş anlamındaki "elmas"a da uzaktan işaret edilmektedir (iham). Şair ilk mısrada böyle sert bir çeliğin bilenmek için bileyi taşına sürülemeyeceği gerçeğini ifade etmektedir. "Çarh" yahut "çark" yakın zamana kadar İstanbul sokaklarında seyyar bileyici ustalarının sırtlarında gezdirdikleri (bk. res. 211) pedala bağlı bir kayışla döndürülen bir çeşit bileyi çarkı; "çarha çekmek" ise kılıcı yahut bıçağı bu çarka sürerek bileyilemek demektir. "Çarh"ın diğer bir anlamı da felek olup eskiden feleğin dönen bir tekerlek yahut çark şeklinde olduğu yolunda geliştirilen gökyüzü tasavvurlarına da uygun olarak burada "çarh" kelimesi hem bileyi çarkı hem de felek anlamına gelecek şekilde kullanılmıştır (tevriye). Dikkat edilecek olursa beytin ilk mısraındaki "pâre-i elmas" ile "şemşîr-i vâlâ-gevher", "seng-i fesân" ile de "çarh" arasında bir ilişki görünmektedir (leffüneşr). Yani beyitte cevheri yüksek kılıç, bir elmas parçası gibi; felek ise, bir bileyi taşı gibi düşünülmüştür. Anlaşıldığına göre şair, "Felek bir bileyi çarkı olsa dahi böyle bir kılıcı bilemekten aciz kalacaktır; çünkü "seng-i fesân" [= bileyi taşı] böyle bir çeliği bileyemez" demek istemektedir. Bileyi taşları çoğu zaman siyah olur, siyah olmasa bile üzerine sürekli yağ damlatılarak çelik sürüldüğünden daima simsiyah bir görünüme sahiptirler. Şair gecenin siyah renkli gökyüzü ile bileyi taşı arasında böyle bir ilişki de düşünmüş görünmektedir. Görüldüğü gibi şair bir önceki beyitle bu beyitte "çarh" ve "cevher" (yahut "gevher") kelimelerini iki kere fakat farklı yapılarda kullanmıştır. İkinci mısradaki "vâlâ gevher" [= cevheri yüksek] tabiri kılıcın üzerindeki menevişlerle ilgili bir husustur. Eskiden kılıç ve çelikten anlayanlar, kılıcın sertlik ve değerim su verilmiş çelik üzerindeki bu menevişlere bakarak tespit ederlermiş. |
| 03. Ser-firâz itdün livâu'l-hamd-i dîn-i Ahmedi Kâfire gösterdün el-hak destbürd-i Hayderi | 03. Hz. Muhammed’in dininin “Livâü'l-hamd"ını yücelttin, hakikaten kâfirlere Hz. Ali’nin kudretini gösterdin. | 03 - Islâmî inanca göre "Livâü'l-hamd", mahşer gününde bütün ümmetler yeniden diriltildiklerinde Hz. Muhammed'in açacağı ve müslümanları gölgesi altında toplayacağı sancağın ismidir. Şair muhtemelen bir halife olarak Hz. Muhammed'in vekili konumunda bulunan padişahın sefere çıkarken beraberinde götürdüğü "sancak-i şerif' hakkında böyle bir hayal geliştirmektedir. Burada Osmanlı sancaklarına Hz. Muhammed'in "Ukâb" adlı sancağından uğur olsun diye bir parça konduğu gerçeğini de hatırlatmakta fayda vardır. "Ahmed" Hz. Muhammed'in isimlerinden biridir. Hz. Ali Hayber kalesinin fethi sırasında kale kapısını yüklenerek taşıdığı rivayeti ve savaşlarda gösterdiği cesaret sebebiyle müslümanlar arasında kuvvet sembolü olmuştur. Burada Sultan Osman, kasidenin yazılışına sebep olan Lehistan seferinde düşmana Hz. Ali'nin kudretini göstermekle övülmektedir. |
| 04. Tîgüne n’ola yemîn eylerse rûh-i Murtezâ Bir gazâ itdün ki hoşnûd eyledün peygamberi | 04. Hz. Ali’nin ruhu senin kılıcına yemin etse bunda ne var? Öyle bir gaza ettin ki Hz. Peygamber'i hoşnut eyledin. | 04 - Şair burada padişahı din uğrunda kılıcıyla nice savaşlar vermiş biri gibi göstermektedir. Öyle ki padişahın kılıcı artık Zülfikâr adlı kılıcı ve kahramanlıkları ile ün kazanan Hz. Ali nezdinde dahi bir kudsiyet sembolü hâline gelmiştir ve Ali'nin ruhu bu kılıca yemin edebilmektedir. Eskiden Kur'an, tuz, ekmek gibi silâha da el basılarak yemin edilirdi. Bu adet günümüzde de devam etmektedir. Padişah din uğrunda öyle bir gaza etmiştir ki Hz. Muhammed bundan memnun olmuştur. |
| 05. Eyledün bir hamlede berbâd mülk-i düşmeni Gerd-i rahşun gerçi kim sedd itdi râh-i sarsarı | 05. Atının kaldırdığı toz sarsar rüzgârının yolunu kesti ise de, bir atılışta düşman ülkesini yele verdin. | 05 - Bir şeyi "ber-bâd" etmek, rüzgârda savrulacak kadar paramparça etmek demektir. Beyitteki ifadeye göre padişah bir hamlede düşman ülkesini darmadağın etmiştir. "Sarsar" geçtiği yerleri kurutan, canlı bırakmayan şiddetli bir çeşit rüzgâr olup burada muhtemelen "sarsar" kelimesiyle Osmanlı ordusu kastedilmektedir (istiare). İfadeye göre padişahın atının çıkardığı toz "sarsar"ını yani hücum etmekte olan ordusunun yolunu kesmesine rağmen padişah tek başına bir hamlede düşman ülkesini yele vermiştir (gulüv). Bir de yolunu kesmeseydi kim bilir neler olacaktı! Gerçekte ise Hotin muhasarasında düşmana altı ayrı taarruzda bulunulmasına rağmen, hiçbir sonuç alınamamış ve padişah sulh ederek geri dönmek zorunda kalmıştı... Olmamış şeyleri olmuş gibi göstererek gerçekleri idealize edip yansıtma huyu Iran edebiyatında bol bol bulunan ve bize de oradan geçen bir tarz olup aynı şeyler günümüzde söylense bütün bunlar ancak mizah edebiyatının ürünleri arasında yer alabilirdi. Bu üslûp aynı zamanda padişahların ve devlet adamlarının bir propagandası gibi olduğundan o devirde hoş görülüp destekleniyordu. |
| 06. Mâh-i nev sanma felekde göricek peykârını Ditredi Behrâm elinden düşdi zerrîn hançeri | 06. Felektekini yeni ay zannetme. Onun savaşını görünce Merih titreyip elinden altın hançeri düştü. | 06 - Eski Yunan'da savaş tanrısı Ares, Roma'da ise Mars olarak tanınan "Behrâm" [= Merih], Doğu mitolojisinde feleğin celladı olarak bilinir ve minyatürlerde bir elinde kılıç diğer elinde kesik baş tutan bir delikanlı olarak tasvir edilirdi (bk. res. 74). Eski astroloji bilgisine göre yeryüzünde savaşların çıkmasında bu gezegenin etkili olduğuna inanılmıştır. Şairin ifadesine göre "Behram" yani "Merih" elinde kılıcıyla sürekli kan döktüğü hâlde padişahın "peykâr"ını [= savaşını] görünce öyle korkmuştur ki titreyerek elinden hançeri düşmüştür, işte gökyüzünde görünen ve insanların hilâl zannettikleri şekil odur (hüsnütalil). |
| 07. Ol kadar kan dökdi şemşîrün ki 'aksiyle anun Kâse-i yâkûta döndi künbed-i nilüferi | 07. Kılıcın o kadar kan döktü ki dökülen kanların aksinden nilüfer renkli gök kubbesi yakut bir kâseye benzedi. | 07 - "Nilüfer" su içinde yetişen ve su üzerinde beyaz, san ve mavi renkte çiçekler açan hoş bir bitkidir. Burada gökyüzünün "nîlûferî" [= nilüfer renkli] olarak vasıflandırılması bu mavi renk sebebiyle olsa gerektir. Eskiler feleklerin ve dolayısıyla gökyüzünün yeryüzü üzerinde ters çevrilmiş taslar yahut kubbeler gibi durduğuna inanırlardı. Şairin gökyüzü için "künbed-i nîlûferî" [= nilüfer renkli gök kubbesi] demesinin sebebi budur. Padişahın kılıcı yeryüzüne o kadar kan dökmüştür ki o dökülen kanların aksinden mavi renkli gökyüzü kırmızı renkli yakut bir kâseye benzemiştir. ikinci mısrada- ki "dönmek" kelimesi bugün olduğu gibi "benzemek" anlamında kullanılmıştır. |
| 08. Gamze-i hûbân gibi câri ucından yine hûn Böyle kalursa eğer yek-reng ider bahr ü beri | 08. Güzellerin gamzesi gibi, [kılıcının] ucundan üne kan akmada. Eğer böyle devam ederse [kılıcı] denizi ve karayı tek renk edecek. | 08 - "Gamze" dilberlerin âşıkların yüreklerini yaralayan bakışlarıdır. Nice âşıklar bu bakışlar yüzünden aşk derdine müptela olup ince hastalık denen veremden dolayı kan kusarak öldüklerinden, edebiyat tabu bakışlar yahut güzellerinin kirpikleri, ucundan kan damlayan birer hançere yahut kılıca benzetilmiştir. Şair, padişahın ucundan kan damlayan kılıcını güzellerin bakışlarına benzetmekte ve böyle devam ederse denizlerin ve karaların tek renk yani kırmızı olacağını iddia etmektedir (mübalâğa). |
| 9. Belki gark-i bahr-i hûn olurdı fülk-i dil gibi İtdügünce tîg-i hûn-efşân ile cevlân-gerî 10. Şukka-i râyât-i bahtunla rikâbun olmasa Keştî-i nüh-âsümânun bâdbân u lengeri | 09-10. Dokuz kat gök gemisinin yelkeni ve demiri senin bahtının sancağının kumaşı[ndan] ve üzengin [den] olmasa; sen kanlar saçan kılıcınla dolaştıkça, belki gönül gemisi gibi [gök gemisi de] kan denizine batardı. | 09-10 - Eskiler zaman zaman gökyüzünü ay, yıldız ve gezegenlerin içinde yüzdüğü bir deniz gibi düşünüyorlardı. Özellikle hilâlin gökyüzü denizinde yüzen bir gemi gibi düşünülmesi eski Babil'den beri hayal edilen tasavvurlardan biridir. Buradaysa, içinde yedi gezegenin hareket ettiği dokuz kat gök, boşluk denizinde yüzen bir gemi gibi düşünülmektedir. Padişah kanlar saçan kılıcı ile savaş meydanlarında dolaşıp durduğundan her taraf kan denizine dönmüştür. Dokuz kat göğün gemisi de âşıkların gönül gemisinin kanlara gark olması gibi bu kan deryasına batacaktır, fakat batmamaktadır. Çünkü padişahın sancakları bu felek gemisinin yelkenleri, üzengisi ise çıpası yani demiridir. Bu iki beyitten ikincisi, birinci beytin yarım kalan cümlesini tamamlamak üzere kullanmıştır (beytimerhun). |
| 11. Berk uran destünde tîg-i pür-güher midür yahod Eyledi deryâya gavta âfitâb-i hâverî | 11. Elinde şimşek gibi parlayan mücevherlerle dolu kılıç mı, yoksa doğunun güneşi denize mi dalmıştır? | 11 - Deniz edebiyatta bolluğun ve cömertliğin sembolü olduğundan, şairler her fırsatta kaside sundukları şahısların ellerini denize benzetirler. Burada da padişahın elinde pırıl pırıl parlayan kabzası mücevherlerle dolu kılıç hakkında padişaha bir soru yöneltilmektedir: "Elinde şimşek gibi parlayan mücevherli kılıç mı yoksa güneş denize mi aksetmiştir?" Kolayca anlaşılacağı üzere şair yazdığı bu kaside için -aslında cimri derecesinde eli sıkı olarak bilinen- padişahı bol para vermesi için şimdiden hazırlamaktadır. Doğunun güneşi demek olan "âftâb-i hâverî"nin denize "gavta"sı [= dalma], güneşin ışığının suya aksederek yanarcasına pırıl pırıl parlaması demektir. |
| 12. Bir avuç gevher saçardı âleme gûya kefün Saldugunca düşmene gâhî murassa' şeşperi | 12. Sen düşmana mücevherli topuzu vurdukça sanki elin dünyaya bir avuç mücevher saçmış gibi olurdu. | 12 - Farsçada "şeş" altı, "per" ise kanat demektir. Altı kanatlı anlamına gelen "şeşper" ise ucunda altı parçalı çıkıntısı olan topuz demektir. Bunların da padişah ve devlet büyüklerine ait olanları kılıç ve hançerler gibi son derece değerli mücevherlerle süslü olurdu (bk. res. 214). Yine padişahın düşmanla savaşını anlatmaya devam eden şair bu defa elindeki murassa gürzü düşmana savurmasını tasvir etmekte ve onun bu hâlini "sanki bütün dünyaya cevherler saçıyordu" diye tarif etmektedir. Yukarıda olduğu gibi burada da padişah, cömertliği hususunda teşvik edilmektedir. |
| 13. Bir 'aceb deryâdur ordû-yı hümâyûnun senün Kim habâb-i ber-karâr olmış ana her çâderi | 13. Senin uğurlu ordun, içindeki her çadırın sabit köpükler gibi olduğu acayip bir denizdir | 13 - Şairler dalgaları sıra sıra sahile vuran bir denizle, saf saf ilerleyen bir ordu arasında sık sık benzerlik kurmuşlardır. Burada ise ordu, içindeki çadırları "habâb" [= su üzerindeki hava kabarcığı, köpükler] olan acayip bir deniz gibi düşünülmektedir. Şairin "aceb" [= acayip, görülmemiş] kelimesini kullanmasının sebebi, deniz üzerindeki hava kabarcıkları ve köpükler hemen kaybolduğu hâlde bu denize benzeyen ordudaki çadırların hep sabit kalmasıdır. Uğurlu demek olan "hümâyûn" kelimesi daha çok padişahlara ait olan nesneleri vasıflandırmak için kullanılan bir tabirdir. |
| 14. Mevc-i pey-der-peydür ol bahre sipâhı saf-be-saf Bir neheng olsa n’ola her tôb-i ejder-peykeri | 14. [Padişahın] saf saf askerleri o denize art arda gelen dalgalar gibidir. Ejderha görünüşlü her topu bir timsah gibi olsa bunda ne var! | 14 - Bizim gerek minyatür sanatlarımızda gerekse edebiyatımızda tasvir ve tasavvur edilen "ejder" daha çok Çin ve Uzakdoğu tesiriyle gelişen bir yapı arz eder. Buna göre ejderha ağzından ateşler saçan efsanevî bir varlıktır. Eski toplar her ateş edildiğinde etrafa büyük alevler saçtığından top ile bu efsanevî yaratık arasında daima bir ilişki kurulmuştur. Yukarıda ifade edildiği üzere burada da saflar hâlindeki askerler bu denizin dalgalarına benzetilmiş, ejder suratlı yahut görünüşlü toplar ise, bu denizin timsahları olarak düşünülmüştür. Topların "ejder-peyker" [= ejderha suretli] olarak ifade edilmesi ejder-ateş ilişkisinden başka namlusunda ejder başı şeklinde motifler bulunan bir top modeline imada bulunma amacına yönelik de olabilir. Çünkü Solakzâde'nin şu ifadesi Osmanlı ordusunda bu tip bir top modelinin varlığına açıkça ima etmektedir: "Asker-i İslâm, mâr-peyker ejder-ser topları mahallinde kurup, yeniçeri metrise girüp, bir uğurdan tekbir getürüp toplara ateş virdiler". Dikkat edilecek olursa beyitte timsah denizde yaşayan bir canlı şeklinde ifade edilmiştir. Bütün edebî metinlerde timsahın denizde yaşadığının ifadesinin iki türlü izahı olabilir. Bilindiği üzere eskiler ancak Mısır ve Afrika'da yaşayan bu hayvanı görmedikleri için onun tabiatta denizde yaşadığını zannediyor olabilirler. Bir diğer ihtimal de buradaki "derya" kelimesinin "nehir" anlamında kullanılmasıdır. |
| 15. Her alay bir mevc-i tûfân-hîzidür anun n’ola Hâr u has gibi önince kaçsa kâfir 'askeri | 15. Her alay [padişahın] tufan coşkulu bir dalgasıdır. Kâfir askeri çer çöp gibi onun önünce kaçışsa buna şaşılır mı? | 15 - Ordunun her alayının padişahın tufanlar koparan bir dalgası olarak düşünüldüğü bu beyitte padişahın önünce kaçtığı hayal edilen düşman askerleri, dalgaya kapılan yahut akıntıya tutulan birer çer çöpe benzetilmiştir (teşbih). |
| 16. Gün gibi tenhâda çıksan tîg ile meydâne sen Kârger düşmez sipâh-i düşmenün şûr u şeri | 16. Sen savaş meydanına güneş gibi [elinde] kılıçla tek başına da çıksan, düşman askerinin kargaşa ve kötülüğü sana tesir etmez. | 16 - Edebî metinlerde güneş, parlak sarı hüzmeleriyle elinde altın kılıç tutan bir şahsa benzetilir. Burada da padişahın savaş meydanında tek başına düşman karşısına çıkması, gökyüzünde elinde kılıcıyla yalnız bekleyen güneşe benzetilmiştir (teşbih). Şair padişaha "Sen öyle güçlüsün ki düşman karşısına tek başına da çıksan, onlar sana bir şey yapamazlar" demektedir. |
| 17. Şebçerâg-i dîn ü devletdür vücûdun hıfz içün Kat kat olmuş ejdehâdur heft çarh-i çenberî | 17. Senin vücudun din ve devletin Şebçerağ’ıdır. Onu korumak için çember şeklindeki yedi kat gök kat kat olmuş bir ejderhadır. | 17 - "Şebçerâğ" geceleri etrafı aydınlatacak kadar parlak bir cins efsanevî mücevherdir. Muhtemelen fosforlu bir çeşit taş hakkında geliştirilen birtakım hayallere göre bu mücevher, "Gâv-i bahrî" [= deniz öküzü] denen bir cins efsanevî hayvanın boynunda asılı olup bu yaratık geceleri denizden çıkarak boynundaki mücevherin ışığı sayesinde etrafı görerek otlar ve sonra tekrar denize dönermiş. Ele geçirilemediği için edebî metinlerde çok büyük değer ifade eden bir mücevher olarak kullanılır. Padişah da bu beyitte din ve devletin Şebçerâğ'ına benzetilmekte, iç içe geçmiş çemberlerden oluşan hayalî manzarasıyla felek de onu korumak için kıvrılıp üzerinde yatan bir yılan yahut ejderha gibi düşünülmektedir. Yılan yüz yıl yaşarsa ejderha olurmuş. Bu bakımdan eskiler ejderha ve yılanı biri büyük diğeri küçük aynı cins yaratıklar gibi düşünürlerdi. İnanışa göre hazineleri yılan yahut ejderhalar beklermiş. Beyitteki ifadeye göre din ve devletin Şebçerâğ kadar değerli padişahını da bizzat ejderha şeklindeki felek korumaktadır. Dolayısıyla bu beyit aynı zamanda bir önceki beyitte padişah düşmanların karşısına tek başına çıksa da ona niçin bir zarar veremeyeceklerinin de izahını teşkil etmektedir. "Heft çarh-i çenberî" çember şeklindeki yedi kat felek demektir. |
| 18. Karşu turmaz sana şimden sonra bu ikbâl ile Düşmenün ger Kahramân olsa ser-â-ser leşkeri | 18. Sende bu talih varken, düşmanın askeri baştan başa Kahraman olsa [da] bundan sonra sana karşı duramaz. | 18 - "ikbâl" talihin yaver gitmesi ve baht açıklığı demektir. "Kahraman" İran'ın yiğitlik ve cengâverliği ile meşhur efsanevî kahramanlarından birinin ismidir. Bugün dilimizde kullandığımız "kahraman" sıfatı da bu has isimden kaynaklanmaktadır. Beyitte düşmanın bütün askerleri birer Kahraman olsalar da padişahta bu talih varken ona bir şey yapamayacakları telkin edilmektedir. |
| 19. Böyle âgâz eylesün şimden girü elkâbuna Câmi'-i nüh-kubbe-i kevnün hatîb-i minberi | 19. Dokuz kubbeli kâinat camisinin minber hatibi, bundan sonra senin lâkaplarına şöyle başlasın: | 19 - "Âgâz" bir şeye başlamak demektir. "Elkâb" lâkabın çokluğu demek olup "lakab" bir kimsenin asıl isminden başka kendisine verilen isim ve sıfata denir. Osmanlı devletinde protokole son derece ehemmiyet verilir ve her rütbede insanın o rütbeye has lâkablarla anılmasına dikkat edilirdi. Dokuz kubbeli kainat camisinin hatibi ifadesi ile bir lâkabı da "Hatîb-i felek" olan "Müşteri" gezegeni kastedilmektedir. Eski Yunan'da Zeus, Roma'da Jüpiter olarak sembolize edilen bu gezegen, İranlılarca Bercîs ve Araplarca Müşteri olarak adlandırılır ve Doğu mitolojisinde feleğin kadısı yahut hatibi olarak hayal edilirdi. Osmanlı padişahları aynı zamanda "halîfe" olduklarından adlarına hutbe okunurdu. Şair burada felek hatibi olan Müşteri gezegeninin Sultan Osman için hutbe okuduğunu iddia etmekte ve bundan sonra şu lâkabları kullanması gerektiğini söylemektedir. Söz konusu lâkablar bu beyti takip eden üç beyit boyunca sıralanmaktadır: |
| 20. Âfitâb-i bahr ü ber sâhib-kırân-ı şark u garb Şehsüvâr-i nâm-ver râyet-güşâ-yı safderî 21. Âsümân-i devletün hûrşîd-i kudsî-pertevi Bezm-gâh-i şevketün Cemşîd-i hûrşîd-efseri 22. Nakd-i vakt-i saltanat sermâye-i emn ü emân Dest-gîr-i dîn ü devlet kâm-bahş-i serverî | 20-22. Deniz ve karanın güneşi, doğu ve batının sâhib- kırânı, ünlü binici, saflar yarma sancağını açan; devlet göğünün mukaddes ışıklı güneşi, azamet meclisinin güneş taçlı Cemşîd'i; zamanın saltanatının geçer akçesi, emniyet ve asayişin sermayesi, din ve devletin yardımcısı, hükümdarlığa murat bağışlayan... | 20-22 Eski yıldız bilgisi ve astrolojiye göre Müşteri ve Zühre her ikisi de "sa'deyn" yani uğurlu gezegenler olduklarından bu ikisinin "kırân"ının yani yakınlaşmasının büyük bir uğura vesile olduğuna inanılırdı. Bu zamanda doğan çocuğa "sâhib-kırân" denir inanışa göre böyle zamanda doğan çocuklar büyük hükümdar olurlarmış. |
| 23. Şâh-i vâlâ-rütbe 'Osman Hân-i Gâzî kim felek Görmemişdür böyle bir şâhenşeh-i cengâveri | 23. Yüce mertebeli Gazi Osman Han ki felek [daha önce] böylesine yiğit bir şahlar şahını görmemiştir. | 23 - Yüce mertebeli Gazi Osman Han ki felek [daha önce] böylesine yiğit bir şahlar şahını görmemiştir. |
| 24. Şehsüvâr-i 'âlem-ârâ kim revâdur olsa ger Na'l ü mîh-i rahşı çarhun âfitâb ü ahteri | 24. Cihanı süsleyen [öyle bir] usta binicidir ki feleğin güneşi ve yıldızı onun atının nalı ve çivisidir. | 24 - "Şeh-süvâr" ata binmede büyük ustalığa sahip yiğit, "Âlem-ârâ" ise cihanı süsleyen anlamındadır. Şaire göre Sultan Osman varlığı ile cihanı süsleyen öylesine usta bir binicidir ki eğer felekteki güneş onun atının nalı, yıldızlar da bu nalın çivileri olsa lâyıktır. Burada güneşin nala benzetilmesi günümüzde kullanılan hilâl şekilli nal biçimiyle ilgili olmayıp gül yaprağı biçimindeki diğer bir nal modeli (bk. res. 215) ile ilgili bir husustur. |
| 25. Safder-i kişver-küşâ kim cenge çıkdukça olur Cebre’îl innâ fetahnâ-hân-i tîg ü miğferi | 25. Ülkeler fetheden öyle bir saflar yarıcıdır ki savaşa çıktıkça Cebrail onun kılıcına ve miğferine “înnâ fetahnâ” okur. | 25 "Saf-der" saflar yaran, orduları dağıtan, "kişver-küşâ" ise ülkeler fetheden demektir. Bu beyitte padişah düşman ordularının saflarını yararak ülkeler fetheden bir kahraman olarak gösteriliyor. "Miğfer" başa giyilen çelikten mamul bir çeşit harp başlığı olup "tolga" da denir. Eskiden kılıç ve tolgaların üzerine hem tezyinat oluşturması hem de uğur getirmesi için âyetler yazılması bir gelenekti (bk. res. 216). Savaşa gidilirken ok veya kurşuna karşı etkili muska ve hamayiller takınmak, vefkli yani tılsımlı gömlekler giyinmek gibi koruyuculuğuna inanılan tedbirler alındığı gibi, nefesine güvenilen manevî gücü kuvvetli şahıslar da harbe gidenlerin üzerlerine veya silahlarına okurlar ve bu okumanın manevî kuvvetiyle galibiyet kazanılacağına inanılırdı, işte burada Allah'ın dört büyük meleğinden biri olan Cebrail'in, padişah savaş için sefere çıktığında kılıcına ve miğferine "innâ fetahnâ" suresini okuduğu iddia edilmektedir. "Biz sana gerçekten apaçık bir fetih verdik" (Fetih, I) anlamındaki ayetle başlayan bu sure, Hudeybiye antlaşmasından sonra Mekke ile Medine arasında nazil olup Hz. Muhammed'e ve Müslümanlara zaferler müjdelediğinden bütün savaşlarda gazilerin dilinden düşmez ve mehter gülbanklerinde uğur için sürekli tekrarlanırdı. |
| 26. Pâdişâh-i 'âdil ü 'âlî-neseb kim yaraşur İtse ger serheng ü derbân Keykubâd ü Kayseri | 26. Öyle adaletli ve yüce soylu bir padişah ki Keykûbâd ve Kayser’i [kendisine] çavuş ve kapıcı etse yaraşır. | 26 - Eskiler padişah yahut hükümdar olacak şahsın mutlaka soylu bir aileden hatta bir hükümdar soyundan gelmesine önem verirlerdi. Buradaki "âlî-neseb" tabiri ile bu kastedilmektedir. "Kayser" Arapların Roma imparatorlarına verdikleri genel bir isimdir. "Keykubâd" ise İran'ın Keyâniyân sülâlesine mensup büyük hükümdarlarından birinin adıdır. Şair padişahın bütün Iran ve Roma hükümdarlarından daha yüce olduğunu ifade etmek için Keykubâd'ı emrinde ayak işlerini gören bir çavuş, Kayserleri ise onun kapısında birer bekçi olmaya lâyık görmektedir. |
| 27. Şehriyâr-i âsmân-mesned ki olmış tâ ezel Secde-gâh-i tâc-dârân-i cihan hâk-i deri | 27. Dayanağı gökler olan [öyle bir] hükümdar ki kapısının toprağı ezelden beri cihanın taç giyenlerinin secde yeri olmuştur. | 27 - "Şehriyâr" kendi devrinde yaşayan bütün hükümdarların en büyüğü anlamında bir tabirdir. Dayanak, makam ve mevki gibi anlamlara gelen "mesned" burada bir hükümdar için kullanıldığından, bu kelime ile "taht"ın kastedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. "Ezel" başlangıcı olmayan zaman demektir. Ancak edebî metinlerde bu kelime ile daha çok Allah'ın ruhları yaratarak huzuruna çağırdığı ve onlardan ahit aldığı "ezel meclisi" kastedilmektedir. Buna göre tahtı göklerde olan ve yeryüzünün en büyük hükümdarı bulunan Sultan Osman'ın kapısının toprağı, ta ezel gününden beri dünyada taç giyen bütün hükümdarların secde yeri olmuştur. Şair aslında bu ifadesi ile, padişahın kapısı toprağına bütün taç sahiplerinin secde etmelerinin ezel gününde Allah tarafından kararlaştırıldığını ifade etmektedir. |
| 28. Şehnişîn-i nüh-revâk-ı âsmândur mesnedi 'Iyd-gâh-i heft-iklîm-i cihândur kişveri | 28. Padişahın oturduğu yer dokuz revaklı gökyüzünün şahnişi, ülkesi ise dünyanın yedi ikliminin bayram yeridir. | 28 - "Şeh-nişîn" şahın oturacağı yer anlamında bir tabir olup yapının çevreyi daha iyi görebilmek için dışa doğru balkon gibi çıkıntılı inşa edilen kısmına denir. Halk arasında yakın zamana kadar buna "şahniş" denirdi. "Revâk" daha çok taş binalarda mermer sütunlar üzerine kurulan kemerler üzerindeki kubbelerden oluşan bir mimari unsurun adıdır. Meselâ bizim büyük camilerimizin avlularında bulunan sütunlar üzerindeki her bir kubbe bir revaktır. Şair yedi gezegenin içinde hareket ettiği dokuz kat göğü dokuz revaklı bir yapı şeklinde düşünmekte ve padişahın oturduğu yeri de bu dokuz revak içindeki şahnişe benzetmektedir. Günümüzde Sultanahmet ve Fatih camilerinin şadırvanlı avlularının kıble cephesinin iki yanındaki şahnişler şairin hayalindeki mimari kompozisyon hakkında bize biraz fikir verebilir. Nef'î aslında bu ifadesi ile Osmanlı ülkesini dünyanın bayram yerine benzeterek bu ülkede yaşayan insanların neşe, huzur ve mutluluğunu vurgulamak istemektedir. Osmanlılarda düğün, zafer kutlaması, bayram vb. münasebetlerle düzenlenen eğlencelerde daha çok At Meydanı (şimdiki Sultanahmet Meydanı) tercih edilir, padişah da oradaki İbrahim Paşa Sarayı'nın meydana bakan şahnişine kurulan tahtında oturarak eğlenceleri seyrederdi (bk. res. 20). |
| 29. Mesned-i iclâlinün rif'at bir ednâ pâyesi Dergeh-i ikbâlinün devlet kadîmi çâkeri | 29. “Yücelik” senin ihtişamlı makamının en düşük bir payesi, “saadet” [ise] bahtının sarayının eski bir kölesidir. | 29 - "Mesned" burada makam ve mevki anlamında kullanılmıştır. "İclâl" ihtişam ve azamet, "rifat" ise yücelik demektir, "ikbâl" talihin iyi gitmesi, "devlet" ise saadet ve bahtiyarlık anlamındadır. Beytin ikinci mısraında "ikbâl" bir saraya benzetilmiş (teşbih), saadet ve bahtiyarlık da bu sarayın eski bir kulu olarak hayal edilmiştir. |
| 30. Her ne işlerse zemâne tâbi'-i endîşesi Her ne emr eylerse devrân bende-i fermân-beri | 30. [Padişah] ne yaparsa zamanın insanları onun dü-şüncesine tabi, her neyi emrederse felek onun emrine itaatçi olur. | 30 - Bu beyitte padişah mutlak hakim bir varlık gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Gerçekte ise böyle değildi. Özellikle Sultan II. Osman'ın kardeşini katlettirmek yahut hacca gitmek gibi bazı fikirleri şeyhülislam ve diğer devlet mensuplarının itirazlarına maruz kalıyordu. Bununla beraber şair kasidelerde âdet hâline gelen abartılı üslûp gereği padişahı olağanüstü yapıda bir varlık gibi tarif etmeye devam etmektedir. "Zemâne' burada günümüzde olduğu gibi "zamanın insanları" anlamında kullanılmıştır, ifadeye göre sultan ne yaparsa bütün insanlar onun düşüncesine tabi olmaktadırlar, ikinci mısradaki "devrân" kelimesi ise felek anlamındadır. Şiir dilinde felek, dönüşü ile yeryüzündeki olayları ve bir bakıma kaderi ve zamanı tayin etme kudret ve özelliğine sahip bir varlık olarak yer almıştır. Babil, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinde gök cisimlerini tanrılaştırmaya kadar varan bu inanç sistemine göre yeryüzünde savaşların çıkmasından madenlerin oluşup meyvelerin renk kazanmasına varıncaya kadar bütün hadiseler belirli bir takım gök cisimlerinin ve dolayısıyla feleğin hareketleri sonucunda oluşmakta idiler. Bu inanışlar kısmen de olsa bir takım tevillerle İslâm dünyasında da revaç görmüştü. Fakat şair bu inanışa göre kaderi tayin eden "devran" yani feleği dahi padişahın emrine tabi olarak göstermekte ve mübalâğa sınırlarını aşmaktadır (gulüv). |
| 31. Virse tab'-ı âteşe ger berk-ı tîgı terbiyet Ma'den-i elmâs iderdi tûde-i hâkisteri | 31. Onun kılıcının şimşeği eğer ateşin tabiatını terbiye etse, ateş kül yığınını elmas madeni hâline getirirdi. | 31 - Eskiler güneşin ve ayın taşlara tesir ederek altın ve gümüş oluşturmaları yahut Zühre'nin kalayı, Merih'in ise demiri oluşturması gibi, gök cisimlerinin yeryüzündeki minerallerin oluşumunu sağladıklarına inanıyorlardı. Aynı düşünceden ve belki de elmasın şimşek ışığından oluştuğu düşüncesinden hareketle şair "Eğer senin kılıcının şimşeği ateşin mizacını değiştirse, ateş kül yığınına tesir ederek onu elmas yahut elmas madeni hâline getirirdi" demektedir. Bilindiği üzere elmas aslında kristalize olmuş saf kömürdür ve yandığı zaman geride az miktarda bir kül bırakır. Eskiden altın elde etmeye çalışan simyâgerler belki elmas elde etmek için de uğraşmışlar ve elmasın yanma ve geride kül bırakma özelliğinden hareketle kül ile elmas arasında bir ilişki olduğuna inanmışlardı. Metinden anlaşıldığına göre söz konusu ateş şimşek özelliğinde olmalıydı. Çünkü şair kılıcın parlaklığı ile şimşek arasında bir ilişki kurmakta ve "eğer senin kılıcının şimşeği ateşin mizacını değiştirirse" demektedir. Nitekim günümüzde yüksek basınç altında 3000 derecedeki grafit tozu içine bir miktar elmas atılmak suretiyle suni elmas parçacıkları elde edilmektedir. |
| 32. 'Adli ger ârâyiş-i bezm-i cihân itse olur Şem'a şeh-perr-i küleh pervânenün bâl ü peri | 32. Eğer onun adaleti cihan meclisini süslese, pervanenin kanatları muma külâh sorgucu olurdu. | 32 - Şairler hükümdarları överken onların sağladıkları adaleti tasvir için kurt ile kuzunun saltanatları devrinde dost olduğu yahut şahin ile güvercinin birlikte uçtukları gibi hayalî iddialarda bulunurlar. Nef'î de burada Sultan Osman'ın adaletini tarif için "Eğer onun adaleti cihanı süsleseydi mum pervanenin kanadını yakmazdı" demektedir. Eskiden işret meclisleri daha çok geceleri ve mum ışığında gerçekleştiğinden edebî metinlerde çoğu zaman "şem"' [= mum] ve "bezm" [= meclis] kavramları bir arada zikredilmiştir (tenasüp). Bu beyitte de cihan bir meclise benzetilerek bu mecliste bir mum yandığı hayal ediliyor. Hayale göre padişahın adaleti sebebiyle ateş dahi zulmedemiyor ve mum etrafında dönerek her zaman kanadını ateşe kaptırıp yanan kelebek dahi artık yanmıyor, hatta mumun külahına sorguç oluyor. Edebiyatta "şem"' [= mum] ve "pervane" [= küçük kelebek] biri sevgiliyi diğeri de onun yolunda mahvolan âşığı sembolize ettiğinden her ikisi hakkında da zengin tedailer geliştirilmiş ve birlikte kullanılmışlardır (tenasüp). Burada ise padişahın adaleti sebebiyle bütün edebî metinlerde klişe hâline gelen mumun böceği yakması motifi tersine işletilmiştir. Osmanlı şairleri mum üzerindeki alevi, saraya mensup hizmetlilerin giydikleri tamamıyla sırmalı nakışlarla süslendiği için ateş yahut güneş gibi pırıl pırıl parlayan ve adına "altın üsküf denen bir serpuşa benzetirlerdi. Yine Osmanlılarda kavuk yahut destar üzerine turna, balıkçıl vb. değerli kuş tüylerinden sorguçlar takılması yüzyıllarca süren bir modaydı, işte burada altın üsküf gibi düşünülen mum alevinin padişahın adaleti sebebiyle yakamadığı kelebek, bu üsküfe bir sorguç gibi düşünülmektedir. "Şeh-perr-i küleh" külah üzerindeki kuş tüyünden mamul sorgucun en uzun kanadı" demektir. "Bâl ü per" her ikisi de kanat demek olduğundan beyit nesre çevrilirken "kanatlar" diye aktarıldı. Mum ve külah ilişkisinde "küleh"in ikinci ve uzak anlamı (iham) ise, eskiden yağ kandilleri ve mumların üzerine asılı tutulan ve mum isinin çevreyi kirletmesini engelleme amacıyla kullanılan is külahlarıdır (bk. res. 219a, 219b). |
| 33. Ol kadar âsûde 'âlem sâye-i 'adlinde kim Hâb-gâh eyler gazâle pehlû-yi şîr-i neri | 33. Onun adaleti sayesinde dünya o kadar rahat ki dişi ceylan erkek arslamn koynunu uyku yeri yapmıştır. | 33 Yukarıda ifade edildiği üzere burada da kurt ile kuzu yahut ateş ile kelebek gibi birbirine zarar vermemesi imkânsız iki nesnenin padişahın adaleti sayesinde birlikte bulundukları iddia edilmektedir. "Hâb-gâh" uyku yeri, "gazale" dişi ceylan yavrusu, "pehlû" bağır yahut koyun, "şîr-i ner" ise erkek arslan demektir. Dikkat edilecek olursa şair ceylan demek olan "âhû" kelimesini değil de Arapçada "annesinden doğduktan sonra henüz yürümeğe başlayan ceylan yavrusu" demek olan "gazal" ve onun dişisi demek olan "gazale" kelimesini tercih etmektedir. Çünkü ceylan iyi koşan bir hayvan olduğu için onu avlamak arslan için bir hayli gayret gerektirir. Fakat yeni doğan bir ceylan yavrusu henüz yürümekten dahi aciz olduğundan arslanın böylesine kolay bir ava el uzatamaması ve üstelik onu koynunda yatırması mübalâğayı aşan bir durum olsa gerektir (gulüv). Arslan ve ceylan gibi bir arada yaşamaları imkânsız olan hayvanların dostça bir arada yaşadıklarını ifade etmek veya doğu minyatürlerinde çokça görüldüğü üzere resmetmek, sıkça kullanılan bir adalet göstergesidir. Son derece zekî bir insan olduğu şüphesiz olan Nef'î, aynı zamanda burada bir söz ve imaj oyunu yapmaktadır. Çünkü "gazal" kelimesinin lügattaki diğer anlamı güneş demektir. Şair "koynunda gazâleyi uyutan arslan" ifadesi ile aynı zamanda koynuna güneş vurduğu hâlde yan gelip yatmış bir arslanı tasvir etmektedir. |
| 34. İtse ger hâsiyyet-i hıfzı sirâyet 'âleme Tarh olurdı safha-i âb üzre nakş-i âzerî | 34. Onun koruyuculuk özelliği dünyaya sirayet etse, su yüzeyi üzerine ateş resmi yapılabilirdi. | 34 - Şair yine padişahı övmek için mümkün olmayan şeyleri sanki olacakmış gibi göstermeye devam etmektedir. Edebî metinlerde imkânsız işleri temsil etmek üzere çokça kullanılan "nakş-ber-âb" [= su üzerine resim çizme] diye bir tabir vardır. Böyle bir şeyin yapılması su üzerinde renkler hemen dağılacağından imkânsızlığın sembolü hâline gelmiştir. Şairin böylesine imkânsız bir şeyi üstelik ateş resmi çizmeyi "eğer padişahın koruyuculuk özelliği sirayet ederse" şartına bağlayarak olabilecekmiş gibi göstermesi tamamen bir latifeden ibarettir. Bütün bu sözlerde amaç, şairin inandığı bir şeyi lâtifeli bir takım sözlerle ispat etmek ve böylece hayal kabiliyetinin ve espri gücünün genişliğini göstermek ve belki de şiirin muhatabına hoşça vakit geçirtmektir. "Hâsiyyet" özellik, kendine has tesir gücü, "hıfz" koruma, "sirayet" yayılma, "tarh" atmak, sabit kılmak, "nakş-i âzerî" ise ateş resmi demektir. |
| 35. Aksidür onun felekde hırmen-i encüm degül Saçdı dest-i lütfı hâke ol kadar sîm ü zeri | 35. [Padişahın] lütuf eli toprağa o kadar altın ve gümüş saçtı [ki], [Felekte görünen] yıldızlar harmanı değil, onun yansımasıdır. | 35 - Edebî tasvirlerde çoğu zaman gökyüzü yeryüzündeki nesneleri ayna gibi aksettiren bir âlem olarak tasavvur edilir. Bu beyitte de gökteki yıldızlar padişahın -cömertliğini vurgulama amacıyla- kullarına dağıtmak için yerlere saçtığı hayal edilen altın ve gümüşlerin bir aksi gibi düşünülmektedir. "Hırmen" günümüzde Anadolu'da kısmen de olsa sürdürülen, tarladan toplanan ekinin tanelerini başaktan ayırmak için tertip edilen ve dilimizde 'harman' denen bir düzenlemenin adıdır. Harman yerinde milyonlarca tahıl tanesi bulunur. Gökteki yıldızlar bir harmana benzetildiğine ve bu harman da padişahın yerlere saçtığı altın ve gümüşlerin aksi olduğuna göre mantıken padişah yerlere milyonlarca mücevher serpmiş olmalıdır (mübalâğa). Günümüzde paraların havalarda uçuştuğu bazı eğlencelerde olduğu gibi eskiden de türlü sebeplerle tertiplenen eğlencelerde altın ve gümüşlerin yağma için saçılması, olmadık işlerden değildi (bk. res. 220). |
| 36. Yazsa vasf-i nükhet-i hulkın virürdi 'âleme Gerd-i hâk-i pây-i hâme bûy-i müşg-i ezferi | 36. [Kalem onun] ahlâkının rayihasının niteliğini ya- zabilseydi, kalemin ayağının tozu cihana güçlü bir misk kokusu verirdi. | 36 - Kalemin ayağı demek olan "pây-i hâme" ile burada kalemin yazı yazmak için kağıt üzerine değen ucu kastedilmektedir. Kalemin ayağı koşarken toz çıkarmaz, geçtiği yerlerde yazılar bırakarak yoluna devam eder. Dolayısıyla buradaki "gerd-i hâk-i pây-i hâme" [= kalemin ayağının toprağının tozu] terkibi ile kastedilen kalemin ardında bıraktığı siyah renkli yazılardır (kinaye). "Hulk" ahlak, "nükhet-i hulk" ise "ahlâkın güzel rayihası" demektir. Bilindiği üzere koku görünmez fakat hissedilir. Aynı şekilde ilk defa karşılaşılan bir insanın ahlâkı da ilk bakışta görünmez ancak zamanla hareket ve davranışları ile anlaşılır. İşte her ikisi de var olduğu hâlde hemen görünmeyen ve bir bakıma hem objektif hem de sübjektif varlıklar gibi düşünülen bu iki kavram edebî metinlerde sürekli olarak birbirine benzetilmişlerdir. Bu benzetmenin perde gerisindeki diğer bir sebep ise "hulk" -yahut "halûk"- kelimesinin aynı zamanda Arabistan yarımadasında kadınların safram bir takım maddelerle karıştırarak elde ettikleri çok hoş kokulu bir maddenin ismi olmasıdır. Buna göre beyitteki "hulk" kelimesinin iki anlama gelecek şekilde kullanıldığı görülmektedir (tevriye). Mersiyenin diğer beyitlerinden anlaşıldığına göre Nef î kendisinin yaratılmış en büyük söz ustası olduğunu iddia etmesine rağmen, Sultan Osman'ın yüksek vasıflarını anlatma konusunda son derece aciz kaldığını ifade etmektedir. Bu yüzden beytin başındaki "yazsa" kelimesi "yazabilse" şeklinde nesre çevrilmiştir. Şair aslında padişahın ahlâkının vasıflarını anlatan kalemin etrafa güzel kokular saçması ifadesiyle olağanüstü bir şeyi iddia etmemekte sadece bir gerçeği dile getirmektedir. Çünkü, eskiler mürekkep imal ederken, kâtipler tarafından sık sık yalanan bu mürekkeplerin hoş kokması için içine misk ve amber gibi güzel koku veren maddeler ilave ederlerdi. Bu sebeple miskli mürekkeplerle yazılan yazılar ve kitaplar uzun yıllar mis gibi kokardı. |
| 37. Kadr-i hâk-i kûy-i ahlâkın bilürdi rüzgâr Birbirine eylese âgışte müşk ü 'anberi | 37. [padişahın] ahlâkı semtinin toprağının kıymetini bilirdi. | 37 - Günümüzde teklik anlamı ile kullanılan "ahlâk" kelimesi aslında, "hulk" [= güzel huy] kelimesinin çokluğu olup "güzel huylar" demektir. Bu beyitte de bir öncekinde olduğu gibi "hulk" kelimesi "huy" ve "güzel" koku anlamlarına gelecek şekilde kullanılmış (tevriye) ve padişahın "ahlâkı" bir semt yahut mahalle gibi düşünülerek o mahallenin toprağı misk ve amber kokularının karışımından oluşan bu nefis ve son derece kıymetli kokudan daha üstün görülmüştür. Çünkü insan kalitesi düşük bir şeyi görünce, ona nazaran daha üstün özelliklere sahip olan nesnenin kıymetini anlar. Edebî metinlerde "rüzgâr" sürekli koku getirip götürdüğünden, burada âdeta bir koku eksperi gibi hayal edilmiştir (teşhis). Özetle şair "Hangi koku iyidir hangisi daha düşük kalitededir çok iyi anlayan rüzgâr eğer misk ve amber karışımının -padişahın ahlâkının kokusuna nazaran- ne berbat bir şey olduğunu görseydi onun ahlâkı semtinin toprağının kokusunu anlardı" demek istemektedir. |
| 38. Kâmkârâ safderâ sâhib-kırân şâhenşehâ Ey serîr-i 'adl ü dâdun dâver-i dîn-perveri | 38-39 . Ey her dilediğine kavuşan! Ey saflar yaran! Ey sâhib-kırân şahlar şahı! Ey adalet ve ihsan tahtının dindar hükümdarı! Seni methetmeye [sıra] geldikçe sihir gösterirdim ama ne yapayım ki Allah senin vasfını hayal etmek ve yazmakdan münezzeh kılmış. | 38-39 "Sâhib-kırân"ın anlamı hakkında bu kasidenin 20. beytinin izahına bakılabilir. Şair ilk beyitte padişaha onu övücü özelliklerle hitap ettikten sonra bir sonraki beyitte "Seni methetmeye sıra geldikçe sihir gösterirdim ama..." şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Dikkat edilecek olursa kasidenin başından beri şair sürekli padişahı methetmektedir. Hatta kasidenin bir güzeli yahut tabiat manzarasını tasvir etmesi âdetten olan "nesîb" kısmını dahi padişahın methine ayırmıştır. Anlaşılacağı üzere Nef'î bunların hiçbirini medihten saymamakta daha doğrusu öyle davranıyor görünmektedir. Ardından da "Allah senin vasıflarını akla hayale gelmekten münezzeh kılmış, onun için methini hakkıyla yerine getiremiyorum" diyerek padişaha ilâhî bir hüviyet kazandırmaktadır. Gözle görülen hiçbir nesne tariften hariç olamaz. İyi veya kötü bir şekilde tarifi yapılır. Ancak Allah, melekler, fizik ötesi âlem gibi akıl ve idrâkin alamayacağı kavramlar görülemedikleri için tarif edilemezler, işte şair, padişahı böylesine ilâhî bir varlıkmış gibi göstererek, onun methinin hakkıyla yapılamayacağını iddia etmektedir (mübalâğa). İkinci beyitte geçen "sihr" kelimesi sihir gibi güçlü ve büyüleyici sözler anlamına geldiği gibi aynı zamanda edebiyatta "Sihr-i helâl" denen bir sanatı da ima etmek üzere kullanılmıştır. |
| 39. Sihr iderdüm medhüne geldükce amma neyleyim Eylemiş Hak vasfunı kayd u tasavvurdan beri | 39. | 39. |
| 40. Aczüme bir hüccet alurdum eğer ehl olsalar Rûzgârun yâve-sencân-i fazîlet-güsteri | 40 . Zamanın [sözde] fazilet saçan herze tartıcıları eğer [gerçekten şiirde] ehil olsalardı, [onlardan seni methetme konusundaki] aczime bir belge alırdım. | 40 - Nef'î her zamanki üslubuyla burada padişahı methederken konuyu ustalıkla kendi devrinde yaşayan şairlere getirerek onları "yâve-sencân" [= herze tartan, saçma sapan sözleri nazım diye söyleyen kimseler] olarak göstermektedir. "Yave" herze, "-senc" tartan, "-ân" ise Farsça çokluk ekidir. Manzum sözler edebiyatta değerli taş ve inciler gibi düşünüldüğünden ve mücevherler hassas kuyumcu terazilerinde tartılarak satıldıklarından ayrıca şiirde yer alan her kelime şairi tarafından adeta tartılarak yerine yerleştirildiğinden burada Farsça "sencîden" [= tartma] mastarından türetilen "sencân" kelimesi kullanılmıştır. Ancak Nef'î'ye göre o devrin şairleri mücevher değerindeki sözler değil "yâve'ler tartmaktadırlar. Şiir söylemek o devirde gerçekten müstesna bir zekâ ve kabiliyet gerektirdiğinden bir fazilet sayılıyordu. Özet olarak şair bu beyitte "Zamanımızın sözde fazilet sahibi şairleri eğer gerçekten işlerinin ehli olup benim şiirimi değerlendirecek kudrette kimseler olsalardı, onlardan seni methetme hususunda ne kadar aciz olduğumu beyan eden bir belge isterdim, ama nafile..." demektedir. |
| 41. 'Âcizüm hak üzre evsâfunda hâlâ kim benüm 'Âlem-i endîşenün 'allâme-i dâniş-veri | 41-42 . Ben şu anda düşünce âleminin en büyük bilgim, hatta söz kanununda nükte açıp bağlamakta fikir ve hayal hikmetinin en büyük filozofu olduğum hâlde senin vasıflarını hakkıyla saymada âcizim. | 41-42 - "Hak üzre" hakkıyla, lâyıkıyla, "evsâf vasıflar, "hâlâ" hâlen, "endîşe" düşünce, "allâme" en büyük bilgin, "dâniş-ver" bilgi sahibi demektir, ikinci beyitte yer alan "belki" burada "hattâ" anlamında kullanılmıştır. "Kânûn-i sühan" söz kanunu, sözün kaidelerini tespit eden gramer ve belagat gibi bilimler, "hall" gizli bir anlamı bulup açıklamak, "akd" bir anlamı kapalı bir şekilde ifade etmek, "nükte" herkesin hemen anlayamayacağı derin manalar taşıyan söz demektir. Bütün bu sözlerle şair padişahın yüceliğini tarif eder görünmekle beraber aslında ustalıkla kendisini methetmektedir. Aynı zamanda eski "kimya" ilmi tabirlerinden olan "hall" [= bir maddeyi diğerinden ayırma] ve "akd" [= altın elde etmek için eritilmiş metalin içine başka bir maddeyi atma] gibi kelimeleri özellikle seçen şair, böylece kendisi hakkında oluşturmaya çalıştığı bütün bütün bilimlerle uğraşan bir filozof imajını daha da güçlendirmektedir. |
| 42. Belki kânûn-i sühande hall ü 'akd-i nüktede Hikmet-i fikr ü hayâlün feylesof-i ekberi | 42. | 42. |
| 43. Hasb-i hâlümdür husûsan lâf ü da'vâ ber-taraf Gerçi sâhib-lâf olur erbâb-i tab'un ekseri | 43. Lâf ve iddia bir tarafa, tabiat erbabı olanların çoğu lâfçı olurlar ama, [bütün bu sözler] hususiyetle benim durumumu ifade etmektedir. | 43 - "Hasb-i hâl" bir kimsenin içinde bulunduğu durumu anlatan yazı yahut söz demektir. "Husûsan" özellikle, "lâf ü da'vâ ber-taraf' lâfı ve iddiayı bir tarafa bırakalım" anlamında bir tabirdir. Eğri oturup doğru konuşalım gibi. Bir meselede boş lâfı ve çekişmeyi bırakıp gerçekleri ifade etmek gerektiği zaman kullanılır. Nef'î sanki bir kusurlu tarafını itiraf ediyormuş gibi davranarak "Tabiat sahiplerinin çoğu lâf söylemede usta olurlar ama biz lâfı bir tarafa bırakıp gerçeği söyleyelim" deyip yukarıda kendi hakkında kullandığı filozof, allâme vb. bütün bu söylediklerinin ayniyle gerçek olduğunu ifade etmektedir. |
| 44. Ben ögünmem kadrüm erbâb-i dil ü dâniş bilür 'Ârifem düşmez bana lâf ü güzâf-i serserî | 44. Ben övünmem, benim değerimi gönül ve ilim erbabı olanlar bilir. Ben arifim. Bana serserice saçma sapan lâflar yakışmaz. | 44 - Şair ciddî mi yoksa şiir gereği lâtife mi olduğu gerçekten anlaşılamayacak bir üslûpla kendisini övmeye devam etmektedir. Bu sözlerin övünmek için değil gerçekleri dile getirmek için söylendiğim iddia etmektedir. Zaten bunları ilim ve irfan sahibi olanlar bilmektedir. Dolayısıyla bu sözler övünme değil gerçekleri ifade etmekten ibarettir. Beyitte takınılan tavırdan şu anlaşılmaktadır: Bu sözleri başka birisi söylese bunlar serserice ve saçma sapan sözler olacaktır, fakat Nef'î söylediği için gerçeklerin ta kendisidir... Şairler iddia ettikleri şeye karşılarındakini inandırabilmek için öncelikle kendileri en samimi duygularla buna inandıklarını göstermeye çalışırlar. Zannederiz Nef'î bu sözleriyle sahnedeki bir aktör gibi böyle bir rolü canlandırmaya çalışmaktadır. |
| 45. Hâmem ol mu'ciz-tırâz-i sad-hezârân pîşedür Kim nazîr olmaz ana illâ Kelîmün ejderi | 45. Kalemim yüz binlerce sanatı mucizeyle süslediğinden, ona Hz. Musa’nın ejderinden başkası emsal olamaz. | 45 - Nef'î övünme bahsi ilerledikçe âdeta kendinden geçip coşmakta ve bu konuda gerçekten olağanüstü şeyler söylemektedir. "Hâme" kalem daha doğrusu eskilerin kullandıkları kamış kalem demektir. Beyitte geçen "mu'ciz" yahut günümüzde yaygın olarak kullanılan şekliyle "mu'cize" Allah tarafından peygamberlere bahşedilen ve başkaları tarafından gerçekleştirilmesi imkânsız olağanüstü hâller demektir. "Tırâz" yahut "taraz" değerli kumaşları altın sırmalarla işleyerek süsleme sanatı olup sadece "süsleme" anlamında da kullanılır. Devlet yararlık gösterenler saraya mahsus bu tırazlı kaftanlarla taltif edilirlerdi (bk. res. 243) Ancak burada olduğu gibi sıfat terkibi teşkil ettiğinde "süsleyici" anlamına gelir. "Pîşe" sanat demektir. Bu durumda "mu'cîz-tırâz-i sad-hezârân pîşe" terkibi "yüz binlerce sanatı mucizeyle süsleyen" demek olur. Yani şair mübalâğa yoluyla yüz binlerce söz sanatını mucizevî bir şekilde süslediğini ifade etmektedir. Ancak bu terkibin sonundaki "pîşe" kelimesi sıfat terkibi olarak kullanılma özelliğine de sahip olup bu durumda "huy" anlamı kazandığından bu defa "mu'cîz-tırâz-i sad-hezârân-pîşe" şeklinde okunması gerekir ve "yüz binlerce mucize süslemeyi huy edinmiş" demek olur ki bu da dinen "küfür" teşkil edecek bir yapı arz eder. ilk mısradaki "tırâz" kelimesi aynı zamanda "şeker kamışı" anlamına da geldiğinden uzak anlamı itibarıyla "hâme" [= kamış kalem] kelimesi ile ayrıca bir uyum oluşturmaktadır (ihamıtenasüp). Öyle anlaşılıyor ki şair eskiden yaygın olarak kullanılan üzeri pul pul menevişli kalemler (bk. res. 223), sırmalarla parlayan "tırâz'lı kaftanlar ve Hz. Musa'nın ejderhasının parlayan pulları arasında bir uyum oluşturmaya çalışmaktadır. "Kelîm" kendisine söz söylenen kimse demek olup Hz. Musa Tür dağında Allah'ın hitabına mazhar olduğu için bu isimle anılmıştır. "Kelîm'in ejderi" tabiri ile Musa'nın elindeki asa kastedilmektedir. Bu asa Allah'ın emri ile mucizevî bir biçimde büyük bir yılan yahut ejder şekline girerek Firavun'un sihirbazlarının yılanlarını yuttuğundan, metinde ejder olarak zikredilmektedir. Kalem ve asa her ikisi de sopa şeklinde ve ahşaptan mamul oldukları için şair, Hz. Musa'nın mucizevî değneği ile kendisinin mucizeler gösterdiğini iddia ettiği kalemini; bir başka açıdan bakıldığında da Musa'nın ejderha olan asası ile yerine göre ejder kesilen kalemini aynı kefeye koymaktadır. |
| 46. Harfidür mecmû'a-i esrâr-i dîvân-i Kemâl Noktasıdur mühre-i dag-i derûn-i Enveri | 46. [Kalemimin] harfi Kemâl’in divanındaki bütün sırlar, noktası [ise] Enverî’nin gönlündeki yaranın mühresidir. | 46 - Şair burada kaleminden yani şiir yazmaya hazırlanan kaleminden çıkan bir harfin Kemâl-i Isfahânî'nin Dîvân'ındaki bütün sırların toplamı değerinde olduğunu iddia etmektedir. Kemâl (ölm. h. 635 = m. 1237) gerçekten İran'ın en büyük şairlerinden biri olup o zamana kadar duyulmamış sözlerin sahibi olduğundan kendisine "Hallâku'l-me'ânî" [= manalar yaratıcısı] denmişti. Sıra kendisini övmeye geldiğinde coştukça coşan Nef'î burada da mübalâğa sınırlarını aştıkça aşmıştır (gulüv). ilk bakışta biraz aşırı mübalâğalı bir söz gibi görünen bu ifade aslında çok büyük iddiaları ve imaları da beraberinde getirmektedir. Kur'an'ın nasıl mucizevî bir kitap olduğu ve özellikle Fatiha suresinin nasıl büyük bir sure olduğunu izah eden din bilginleri Bütün Kur'an'ın sırlarının Fatiha suresinde, Fatiha suresinin sırlarının besmelede, besmelenin sırlarının da başındaki "be" harfinde olduğunu söylerler. Bu rivayeti çok iyi bildiğinden emin olduğumuz Nef'î bu inanışa imada bulunur bir biçimde kendi kaleminden çıkan bir harf ile Kemâl-i Isfahânî'nin Dîvân'ını mukayese ederek şiirine ilâhî ve mucizevî bir hâl izafe etmektedir. Şair aynı şekilde kaleminden çıkan bir noktayı da Enverî'nin bağrındaki yara başı olarak nitelendiriyor. Yani Nef'î doğmadan 400 küsur sene önce vefat eden iran'ın en büyük kaside şairi Enverî (ölm. h. 545 / m. 1150), Nef'î'nin kaleminden çıkan bir noktayı kıskanmış, bu nokta ciğerinde dert olup yara başı hâline gelmiştir. Bu son ifadeden de anlaşılacağı üzere bütün bu sözler, belki de okuyanlara hoşça vakit geçirtmek ve söz kudretini göstermek için söylenmiş vezinli ve kafiyeli latifelerden ibarettir. |
| 47. Tab'um ol büthânedür kim sûret-i dıvârınun Taşa kâr eyler hadeng-i gamze-i nâzük-teri | 47. Benim tabiatım öyle bir tapmaktır ki [ondaki] duvar resminin en hafif gamzesinin oku taşa tesir eder. | 47 - Eski edebiyatta gönül, içinde ulaşmak istenen şeylerin hayalinin kurula kurula adeta putlaştırıldığı bir mekân olarak düşünülerek "Puthâne"ye [= tapmak, kilise] benzetilir. Daha çok âşıklar gönüllerinde heykel kadar mükemmel endamlı sevgililerinin hayallerim sürekli saklı tuttuklarından, onların gönlü, içinde birbirinden güzel heykeller bulunan birer tapmağa benzetilir. Burada ise Nef'î alışılmışın dışında bir benzetmeyle "tab'"ını yani şairlik kudretini duvarlarında resimler olan bir tapınağa benzetmektedir. Şairin bu resimlerle şiirindeki hayallerin henüz nazma çekilmemiş hâlini kastettiği 49. beyitten anlaşılmaktadır. Bu resimler -yani hayallerin imajları- öylesine canlı ve etkilidirler ki bunların en hafif bir gamze oku, yani zayıfça çekilmiş ok gibi manidar bir bakışı dahi taşa tesir edecek kadar güçlüdür. Dikkat edilecek olursa burada şair özellikle "hadeng" kullanmaktadır. Çünkü "hadeng", kayın ağacından imâl edilip ucuna çelik temren takılmayan ve daha çok idman ve talimlerde kullanılan cinsten oklara denir. Yani şair bu okun ahşap olduğu hâlde taşa tesir edişini ima ederek, ifadesindeki mübalâğanın gücünü bir kat daha artırmış olmaktadır. |
| 48. Nice sûret feyz-i enfâsumla cân bulsa olur Her biri şehr-i dilün bir 'âlem-ârâ dilberi | 48. Ne resmi? Nefesimin bereketiyle can bulsa, her biri gönül şehrinin cihanı süsleyen bir dilberi olur. | 48 Bir önceki beyitte tabiatındaki hayallerin her birini bir resme benzeten şair bu beyitte eski fikrinden caymış görünüyor (rücû): "Hayır bunlar resim olamaz!" Bunlar şairin nefesinin feyziyle can bulup dirilerek, gönül şehirlerinde dolaşıp cihanı süsleyecek birer dilber olabilirler. Bilindiği üzere nefesiyle cansız varlıkları diriltme işi sadece Hz. İsa'ya verilmiş bir mucize idi. O Allah'ın izniyle ölmüş bir kimseyi diriltebiliyor yahut topraktan bir kuş yapıp nefesiyle üflediğinde kuş canlanıp uçabiliyordu. Nef'î bu beyitte bir önceki beyitte bahsettiği resimleri nefesiyle diriltebileceğini ifade ederek kendisini Hz. İsa'ya benzetmektedir (kapalı istiare). Tabii bu suretler hayal güzellerinin resimleri olduğundan, onların dirilmesi şairin nefesinden vezinli ve kafiyeli manzum sözler olarak dökülmesi demek olacaktır. Bu canlanıp dirilen hayal güzelleri, şiirden anlayanların gönül şehirlerinde dolaşa dolaşa bütün cihanı süsleyeceklerdir. Görüldüğü üzere bundan üç dört beyit öncesine kadar âdeta köpürüp coşan, çılgınca kendisini metheden ve çevresine dil uzatan Nef'î bu son beyitlerde yine kendini övme huyundan vaz geçmemekle birlikte gittikçe durulmakta ve fevkalâde şairane hayaller kurmaya başlamaktadır. Dikkat edilecek olursa şair sanki sahnede ustalıkla rolünü icra eden büyük bir aktör gibidir. Hayaller kurmakta ve seyircisini de bu hayal dünyasının içine alıp sürükleyip götürmektedir. |
| 49. Her hayâlüm bir 'arûs-i nâz-perverdür benüm Kim bu 'âlemden degül esbâb-i zîb ü zîveri | 49-50. Benim her hayalim naz ile büyütülmüş bir gelindir, [Öyle bir gelin] ki süs ve takıları bu dünyadan değil... [Hayal gelinimin] elbisesinin atkı ve argacı melek saçlarının teli, baş örtüsü ise cennet hurilerinin gömleğinin parçasıdır. | 49-50 Nefesiyle can vererek gönül şehirlerinde dolaşan birer dilber olduklarını iddia ettiği hayallerini şair şimdi de birer geline benzetmektedir. Öyle gelinler ki bunların süsleri bu dünyadan değil ulvî âlemdendir. Bu ifadesiyle Nef'î kapalı bir üslûpla, ilhamının ilâhî alemden kaynaklandığını iddia etmektedir. İslâm öncesinde ve özellikle Cahiliye devri Arap şairleri, ilhamlarını cinlerden aldıklarını iddia ederlerdi. Hatta bu yüzden bunlara "cin şairleri" denirdi. İslâm sonrasında ise Hz. Muhammed'in müslüman şairler hakkında kullandığı "gayb hazinelerinin anahtarlarına sahip olma" vb. taltif edici sözler yahut Hassan b. Sabit için ettiği "Cebrail seninle olsun..." duası müslüman şairlerin ilham kaynağının ulvî âlem olduğu kanaatini pekiştirmiştir. |
| 50. Mûy-i gîsû-yi melekdür târ u pûd-i câmesi Pâre-i pîrâhen-i hûr-i cinândur mi'ceri | 50 | 50 |
| 51. Bâde-i idrâkümün tevhîd ser-cûş-i humı Sâkî-i endîşemün tahkîk dürd-i sâgeri | 51. Tevhit, idrak şarabımın küpünün üste çıkan köpüğü, tahkik [ise] düşünce sakimin kadehinin tortusudur. | 51 Şarap elde etmek için üzüm suyunu küplere koyup tahammür etmeye yani mayalanmaya bırakırlar. Mayalanan üzüm suyu köpürür coşar ve sonunda durularak şarap hâline gelir. Küpün üzerinde "ser-cûş" [= üstte kalan köpük] dibinde ise "dürd" [= üzümün tortusu] oluşur. Söz konusu küpler kapağına ancak merdiven dayanarak ulaşılabilen ve meyhane mekânının önemli bir yerini işgal eden çok büyük fıçılardır (bk. res. 225). Şarap olgunlaşınca bu küplerden daha küçük fıçılara, fıçılardan sürahilere ve oradan da kadehlere geçer. Allah'ın birliği demek olan "tevhîd", insanın akıl ve idrâki ile değil ancak irfan ile ulaşılabilecek bir husus olarak kabul edilir. Öyle anlaşılıyor ki Nef'î, "tevhîd" bahsini "idrâk şarabının küpünün üste çıkan köpüğü" olarak tarif ederek idrâkinin insan üstü bir kudrete sahip olduğunu vurgulamaktadır. Buradaki "hum" [= küp] kelimesinin öyle ufak fıçılardan değil yukarıda tarif edilen cinsten olduğunu özellikle hatırlamak, şairin mübalâğasını anlamak bakımından faydalı olabilir. "Tahkîk" ise bir nesnenin yahut meselenin hakikatini akıl ile ve beş duyu ile tam olarak anlamak demektir. "Endîşe" [= düşünce] akıl ile gerçekleşen bir hadisedir. Düşüncesini bir sakiye benzeten şair "tahkîk"i onun elindeki kadehin "dürd" yani tortusu gibi görmektedir. Burada "dürd" yani şarap tortusunun değersizliği sebebiyle içilmeyerek yere döküldüğünü hatırlamak gerekebilir. Görüldüğü üzere beyitteki ifade tam bir netlik arz etmeyip okuyucunun zihninde yer yer bir takım tedailer oluşturan, tam anladığını zannettiği anda yine kavramakta aciz kaldığı bir üslûp arz etmekle ve bu haliyle tipik bir "sebk-i hindi" örneği teşkil etmektedir. |
| 52. Hâmemün râh-i sülûk-i fitne hatt-i sâyesi Şi'rümün habl-i metîn-i feyz târ-i misteri | 52. Fitnenin sevkettiği yol kalemimin gölge hattı, feyzin sağlam ipi şiirimin mıstar atkısı. | 52 - Bir önceki beyitte başlayan "sebk-i hindî" üslûbu bu beyitte de devam etmektedir. Dikkat edilecek olursa öyle bir nazım cümlesi kurulmuştur ki beytin ifadesini hakkıyla nesre çevirmek dahi imkânsız görünmektedir. Aslında okunduğunda çarpıcı bir etki bırakan terkip ve ibareler ancak el yordamıyla, tahmin ve yakıştırmalarla izah edilebilecek bir hâl ve bazen de izahı imkânsız bir yapı arz etmektedir. Bu durumda anlamlarını tesbit edebildiğimiz ibareleri bir araya getirerek şöyle tahminî bir yorumda bulunmak mümkündür: Eski kâtipler kitap nüshası çoğaltırken satırların düzgün gitmesi için kağıdın altına "mıstar" [= satırlık] denen (bk. res. 226) ve üzerine iplerin satır şeklinde sıralanmasından oluşan bir mukavva yerleştirirlerdi. Bu ipli mukavva üzerine konan kağıda bir merdane ile baskı yapılarak iplerin izinin kağıt üzerine geçmesi sağlanır ve böylece yazıların dümdüz ve bir sayfa düzeni içinde yazılması gerçekleşirdi. Buna göre lügatlarda anlamını bulamadığımız ilk mısradaki "hatt-i sâye" ibaresini söz konusu mıstarın kağıt üzerinde bıraktığı gölge şeklindeki çizgiler olarak yorumlamak mümkündür. İkinci mısradaki "habl-i metin" [= sağlam ip] aslında güçlü bağları ifade etmek için kullanılan bir tabir olup ibarede üzerinde ipler bulunan "mıstar" ile "habl" [= ip] arasında bir uyum söz konusudur (tenasüp). "Feyz" coşkunluk, canlandırma, bereket ve saadet gibi anlamlara gelir. Bu bilgiler ışığında şairin bu beyitte şöyle demek istediği tahmin edilebilir: "Kalemimin gölge çizgisine ihtiyacı yoktur. Onun gölge çizgisi fitnenin sevk ettiği yoldur. Şiirimin mıstara ihtiyacı yoktur. Çünkü şiirimin mıstarı "feyz"in sağlam ipidir." Kalemin "fitnenin sevk ettiği yolda gitmesi" ifadesi ise "fitne" kavramının sayısız anlamları göz önünde bulundurularak namütenahi yoruma açık bir yapı arz etmektedir. Meselâ "fitne"nin bir anlamı "insanın hoşlandığı şeye kendini kaptırması" demektir. Buna göre fitnenin kalemi sevk ettiği yol farklı olur. Yahut "fitne"nin diğer bir anlamı "insanlar arasında karışıklık çıkarmak" demektir vb. Nef'î'nin bıçak gibi keskin diliyle ve özellikle hicviyeleriyle insanlar arasında bir hayli fitne uyandırdığı düşünülecek olursa bu sözlerin yorumu daha da uzayıp gidebilir sanırız. Zaten "Sebk-i hindi" üslûbunun okuyucuda oluşturmak istediği etki de budur. Okuyucu burada olduğu gibi kelimenin birden fazla anlamı bulunması hâlinde bunlardan hangisini tercih edeceğine bir türlü karar veremez ve ard arda karşısına çıkan anlam yığınları arasında âdeta şaşkına döner... |
| 53. Kande ben kande yine ta'rîf-i şâh-i nükte-dân N’eyleyim zabt idemem endîşe-i zûr-âveri | 53. Ben kim nükteden anlayan padişahı tarif etmek kim... Fakat ne yapayım.. Beni zorlayan düşüncelerimi zaptedemiyorum | 53 - Yukarıdan beri 12-13 beyit boyunca kendisini ve şiirini metheden, şiirinin kudretine peygamber mucizelerini ve hatta neredeyse mukaddes kitabı eş tutan şair bu beytinde tam bir acziyet ve mahviyet içine düşmüş rolüne bürünmektedir. Gerçek bir sahne sanatçısı edasıyla perişan ve çaresiz bir hâlde sözü "Bütün bu kudretime rağmen padişahın üstün meziyetlerini anlatabilmem o kadar zor ki... Ben kim onu methetmek kim... Onun hakkında bir şeyler söyleyemeyeceğimi bildiğim hâlde bu söyle diklerim, düşüncelerimi dizginleyemememden kaynaklanan şeylerdir" demeye getirmektedir. |
| 54. Fikr-i evsâfun gıdâ-yı rûhdur endîşeme Dil helâk olur olursam ger o sevdâdan berî | 54. Senin vasıflarını tefekkür etmek benim düşüncemin ruhuna gıdadır. Eğer o sevdadan uzak kalırsam gönül helak olur. | 54 - Allah'a ibadetin en önemli yollarından birisi de tefekkürdür. Onun yüceliğinin, kudretinin, sanatının, olağanüstü güzellikte yarattığı her şeyin ibretle müşahade edilerek düşünülmesi, hem her müslümanın hem de tarikat yoluna giren dervişlerin vazgeçilmez ibadetlerindendir. Bu sayede Allah'a sevgi daha pekişir, yarattığı her şeyde onun izlerini görmek ona daha fazla yakınlaştırır. Bir dervişin bu ibadeti terk etmesi onun için tam bir felâket ve gönlünün helak olması demektir. Nef'î ise padişahı medihte o kadar ileri gitmiştir ki neredeyse padişahı ilahlaştırma noktasına varmıştır. Neyse ki "Senin vasıflarını fikretmek ruhumun gıdasıdır" demiyor da, "düşüncemin ruhunun gıdasıdır" demek suretiyle durumu biraz hafifletiyor. Yani bu beytin ifadesini bir bakıma "padişahın methi ile uğraşmak benim düşüncem için bir nevi idman gibidir, eğer bunu bırakırsam şiir gücüm mahvolur" şeklinde yorumlamaya sebep olacak bir durum oluşturmaktadır. |
| 55. Cevher-i iksîr-i medhün tarh idince reşkden Eylerin her lahza endîşemle ceng-i zer-gerî | 55. Senin medhinin iksirinin özünü tertip edince, kıskançlıktan sürekli düşüncemle çekişir dururum. | 55 - Eskiden altın elde etmek için uğraşan kimyagerlerin, bakır yahut diğer bir madeni altına çevirmesi için bulmaya çalıştıkları sihirli maddeye "kîmyâ", "iksîr" ve "cevher" gibi isimler verilmiştir. Ancak burada "iksirin özü" şeklinde çevirebileceğimiz "cevher-i iksîr" terkibinde "cevher", "iksir" anlamıyla değil "öz" anlamıyla kullanılmış, fakat metne "iksir" anlamına uzaktan işaret edecek şekilde yerleştirilmiştir (iham). Beyitteki "tarh" [= atma, tertip etme, iksir elde etme ameliyesinden sonra istenen cevheri bulma] ibaresi de eski kimya yahut simya tabirlerinden olduğundan, bununla birlikte "cevher" ve "iksir"in birlikte kullanılması metin içinde bir uyum teşkil etmektedir (tenasüp). Şair çok yüksek vasıflara sahip olan padişahı övmenin imkânsız olduğunu ifade ederek onu övebilmeyi kimya yoluyla altın elde etmeye benzetmektedir. Bu altını oluşturacak cevherin terkibini elde edince de, her seferinde düşüncesi ile kendi arasında kıskançlık sebebiyle bir "ceng-i zergeri" gerçekleştiğini iddia etmektedir. Her ikisi de eski şiirimizin gün ışığına çıkartılmasına büyük hizmetler veren Ahmet Talât Onay'ın Tahirü'l-Mevlevî'den aktardığı bilgiye göre "ceng-i zergerînin esas anlamı "altın varakçısı kavgası" imiş. Ancak burada şair, padişahın methinin iksirini bulunca, kıskançlıktan düşüncesiyle zerger cengi etmeye başladığını söylediğine göre, bu tabir şairle düşüncesi arasında "iksiri ben buldum!", "Hayır sen değil ben buldum!" şeklindeki bir çekişme ve iddialaşmayı tasvir için kullanılmış gibi görünmektedir. Yani padişahı methetmek o kadar büyük bir maharettir ki onun iksirini bulma hususu paylaşılamayacak bir paye olduğundan şair kendi düşüncesi ile bu marifetin kime ait olduğu konusunda kıskançlığa düşerek kavga etmektedir. Ne diyelim?. Allah akıl fikir versin... |
| 56. Korkarın hem âfitâb-i kîmyâger duymasun Yohsa bin şevk ile olur ol dahi bir müşterî | 56. Hem kimyager güneş duymasın, yoksa bin şevk ile o da müşteri olur diye korkuyorum. | 56 Eskiler güneş ışığının binlerce yıl boyunca taşa etki ederek sonunda taşı altın ettiğine inanırlardı. Şair bu yüzden güneşi kimyagere yani diğer madenlerden altın elde etmeye çalışan bir kimyacıya benzetmektedir (teşbih). Nefî'nin güneşin duymasından çekindiği şey, "padişahın methi iksiri"dir. Bu öyle değerli bir maddedir ki herkese nasip olmaz, hatta büyük kimyager güneş dahi şairin bunu elde ettiğini duyarsa ısrarla isteyebilr. Hazine arayıcılığı gibi altın elde etme peşinde koşmak da eskiler arasında bir tutku ve saplantı idi. Günümüzde bazı hazine arayıcılarının bu uğurda servetler harcaması gibi o devirde de altın elde etme peşinde hayaller kuran nice aklı başında insanlar bu uğurda büyük fedakârlıklara girmekten çekinmiyorlardı. Güneşin "bin şevk ile müşteri olması"nı ifade etmekten amaç, onu bu saplantıya düşen ve bu uğurda büyük paralar harcamaya hazır olan bir şahıs gibi gösterebilmektir (teşhis). "Müşteri" aynı zamanda gezegenlerden birinin adı olduğu için güneş ile birlikte zikredilmesi aynı ibarede iki gök cisminin kullanılması bakımından bir uyum oluşturmaktadır (ihamıtenasüp). Eski kimya ile ilgili bir konuyu işleyen bu beyitte geçen "müşteri" [= 1. alıcı, 2. Mars gezegeni] kelimesi, aynı zamanda bu ilimde 'kalay' metalinin de simgesi olduğundan ayrıca dikkat çekicidir. Olmadık hayaller kuruyor gibi görünen şair aslında bazı ustaca imalarla gerçeklerin ta kendisini ifade etmektedir. Gerçekten de o devirde padişahı methetmek, caize olarak büyük servetler kazandırdığından, altın elde edilen iksiri bulmaktan pek de farklı değildi. Şair padişahı kendisine çok altın vermeye teşvik için -güya altının kaynağı olan- güneşi dahi bu cevhere hararetle talip olan bir müşteri gibi gösteriyor. |
| 57. Zerresin mihre gubârın rûzgâra kim virür Cevherîyim ben cihâna virmem öyle gevheri | 57. [O iksirin cevherinin] zerresini güneşe, tozunu rüzgâra verir miyim hiç!.. Ben bir kuyumcuyum. Öyle cevheri dünyaya değişmem. | 57 - Eskilerin fizik bilgisine göre havada bulunan ve gözle görülemeyecek kadar küçük parçaların her birine "zerre" denirdi. Bunlar ancak loş bir odaya bir noktadan giren kuvvetli güneş ışığının huzmesinde görünebilirler. Dikkatle bakıldığında güneş ışığında bazıları yıldızlar gibi parlayarak hareket ederler. Yine eskiler bu zerrelerin güneş tarafından cezbedildiği yani kendine doğru çekildiği görüşündeydiler. Zerre varlığının hissedilmesini güneşe borçlu olduğundan edebî metinlerde sürekli "mihr" [= güneş] ile birlikte geçer. Rüzgâr ile "gubâr" yani tozun birlikte geçmesinin sebebi rüzgâr estiğinde toz kaldırması sebebiyledir. Güneş zerreyi çekip aldığı gibi rüzgâr da tozu uçurup götürür, işte şair bu özellikten hareketle "Ben böyle bir iksirin zerresini güneşe, tozunu da rüzgâra kaptırmam" diyerek sanki güneş ve rüzgâr dahi bu iksirin peşindeymiş gibi bir imaj oluşturmak istemektedir. İlk mısradaki"... kim verir?" ifadesi günümüzde de kullanılan "Bende onu verecek göz var mı?" yahut "Hiç verir miyim!" tarzında konuşma diliyle söylenmesi bakımından çok hoş düşmüştür. Çünkü şair -neyin para edeceğini çok iyi bilen- bir kuyumcudur. Padişahın methi iksirinin cevheri gibi, gerçekten kese kese altınlardan oluşan bir servet getiren bu nesneyi kimseye kaptırma niyetinde değildir. |
| 58. Böyle cevher var elümde n’eyleyim dünyâyı ben Başına çalsun felek âyîne-i İskender'i | 58. Elimde böyle bir cevher varken ben dünyayı ne yapayım? Felek İskender’in aynasını başına çalsın!.. | 58 - Büyük İskender'in hocası Aristo tarafından icad edilerek iskenderiye'de deniz kıyısındaki bir kuleye konduğu ve uzaktaki düşman donanmalarını gösterdiği rivayet edilen büyük ayna, edebiyatta "âyîne-i İskender" olarak geçer. Güya bu aynayı elinde bulunduran dünyanın her tarafını görebildiği için, iskender gibi dünyanın hakimi gösterilmek istenmiş. Şair "Benim elimde böyle bir cevher -yani padişahı medih iksirinin cevheri- varken ben dünyayı ne yapayım? iskender'in aynasının dahi benim için bir kıymeti yok. Felek alsın başına çalsın!" diyerek bu iksirin kıymetini bir kere daha vurgulamaya çalışmıştır. Görüldüğü üzere Nef'î bu defa da sokak dilinden "Kim verir!" yahut "Başına çalsın!" gibi tabirleri şiirine ustalıkla yerleştirmekte ve âdeta gösteri yapmaktadır. |
| 59. 'Âlemi teshîr içün hâtem ne lâzım tab'uma Ben Süleymân-ı hayâlim n’eylerim engüşteri | 59. Dünyayı etki altına almak için tabiatıma mühür gerekmez. Ben hayal [ülkesinin] Süleyman’ıyım, yüzüğü ne yapayım... | 59 - Bu defa da kendisini Hz. Süleyman ile karşılaştıran şair, ondan üstün olduğu izlenimini uyandıracak ifadeler kullanmaktadır. Bilindiği üzere Hz. Süleyman büyük ordulara hükmeden, hayvanların dilinden anlayan, cinleri hükmü altına alıp hizmetinde çalıştıran hem büyük bir peygamber hem de çok güçlü bir hükümdar idi. Rivayete göre gücünü Allah tarafından kendisine verilen tılsımlı bir mühür yahut yüzükten alıyordu. Eskiler mühürlerini kolayca yanlarında taşımak ve kaybolmasını engellemek için sürekli yüzük olarak parmaklarında tutarlarmış (bk. res. 70). Bu bakımdan beyitteki "hâtem" [= mühür] kelimesi aynı zamanda "yüzük" anlamına da gelmektedir (tevriye). Aynı ibarede "hâtem" ve "engüşter" [= yüzük] kelimelerinin kullanılması da ibareler arasında ayrıca bir uyum teşkil etmektedir (tenasüp). Hz. Süleyman'ın mührü iç içe geçmiş iki üçgen şeklinde olup ortasında "İsm-i A'zam" [= Allah'ın en büyük ismi], altı köşesin de de büyük meleklerin isimleri yazılı imiş. Allah'ın isimlerinden hangisi olduğu bilinmeyen bu isim söylendikten sonra dilenen her iş yerine geldiğinden, bu ismi yüzüğünde, taşıyan Hz. Süleyman'ın olağanüstü bir güce sahip olduğu rivayet edilir, işte şair sözü "Ben hayal ülkesinin Süleyman'ıyım" yahut "Süleyman elindeki yüzükle cinleri büyüleyip emrine aldığı gibi ben de hayalleri emrim altında tutarım. Fakat ben onun gibi yüzüğe muhtaç değilim" demeye getirecek şekilde ustaca kullanmakta ve sanki kendisinin bu büyük peygamberden üstün olduğu intibaını uyandırmaya çalışmaktadır. İfadeden asla "Ben Süleyman'dan büyüğüm" gibi bir anlam çıkmamaktadır. Çünkü böyle bir ifade, büyük peygamberlerden birini küçümseme anlamına geleceğinden, hem şairin dinden çıkmasına sebep olur, hem de belki hayatıyla dahi ödeyemeyeceği bir suç teşkil ederdi. |
| 60. Her ne dirsem İsm-i A'zam gibi olur kâr-ger Ol kadar tazîm ile dinler sözüm ins ü perî | 60. İnsanlar ve cinler sözümü öyle hürmet göstererek dinlerler ki ne söylesem “lsm-i Azam” gibi tesirli olur. | 60 - Bir önceki beytin izahında "Ism-i A'zam"ın ne olduğundan bahsedilmişti. Burada da şair "Ben ne dersem insanlar ve cinler sözümü dinlerler" derken iki anlamı kastetmektedir (tevriye). Bunlardan birincisi "Benim şiirim öyle muhteşemdir ki insanlar ve cinler ne söylediğimi dikkat ve saygı ile dinlerler, onlara tesir eder" diğeri ise "Ben ne emredersem itaat ederler" demektir. Görüldüğü üzere şair Hz. Süleyman ile kendisi arasındaki kıyaslamayı bu beyitte de ustaca bir üslûpla devam ettirmektedir. Üstelik şiirinin tesirini "İsm-i A'zam"ın tesirine benzeterek kendisine bu vesile ile bir kere daha ilâhî bir hüviyet izafe etmektedir. Her tehlikeli beytinde zamanın hukuk sistemine karşı çok kıvrak ve ustaca lisanı ile daima kendini koruma altında tutan şair, bu defa da "gibi" dediği için kurtulmaktadır. |
| 61. Başla şimden sonra ey Nef'î duâ-yı devlete Bir duâ it kim ola hüsn-i kabûlün mazheri | 61. Ey Nefî! Bundan sonra devlete duaya başla. Öyle bir dua et ki güzelce kabule mazhar olsun. | 61 - Her kasidede âdet olduğu üzere burada da kaside bitirilmek üzere dua faslına başlanıyor. Ancak bu fasla başlayışta çoğu şairler güzel bir geçiş zemini hazırlayıp öyle duaya girdikleri hâlde Nef î'nin, sanki övünmek için daha söylenecek çok şey varmış, meziyetleri anlatmakla bitmezmiş, fakat bitirmek zorundaymış gibi bir tavırla sözü birden bıçak gibi keserek duaya başlaması dikkat çekicidir. "Devlet" kelimesi, günümüzdeki anlamının yanı sıra aynı zamanda saadet, mutluluk, bahtiyarlık anlamlarına geldiğinden (tevriye), şairin ifadesi "işlerin mutlulukla sürmesi için dua et" anlamına da gelecek bir yapı arz etmektedir. |
| 62. Eyleye tâ husrev-i sâhib-kırân-ı şark u garb Eşheb-i zer-pâleheng-i subh ile cevlângerî | 62-63. Doğunun ve batının kıran sahibi hükümdarı [olan güneş] sabahın altın dizginli kır atı ile dolaştıkça, Allah [Sultan Osman’ın] din ve devletinin sancaklarını yüceltsin. Nereye yönelirse fetih ve zafer ona yol gösterici olsun. | 62-63. "Cevlân" yahut "cevelân" dolaşma, "cevlân-ger" dolaşıcı, "cevlângerî eylemek" ise dolaşmak demektir. Eylemek fiilinden sonra gelen "tâ" Farsça zaman edatı olup süreklilik bildirir ve edebî metinlerde burada olduğu gibi "-dığı müddetçe" anlamı verecek şekilde kullanılır. "Sâhib-kırân"ın anlamı bu kasidenin 20-22. beyitlerinin izahında verilmişti. Ancak daha çok padişah ve devlet adamları için kullanılan bu tabir burada "doğunun ve batının hükümdarı olan güneş" hakkında kullanıldığından daha farklı bir durum söz konusudur. Çünkü eski astronomiye göre "kıran" iki gezegenin aynı burçta bulunmaları demektir. Batlamyus'a dayanan eski astronomi görüşüne göre dünyanın merkezde bulunduğu ve güneş de dahil diğer gezegenlerin onun etrafında döndüğü düşünüldüğünden, güneşin de bir gezegen olduğu zannediliyordu. Buna göre güneş de sık sık diğer gezegenlerle "kıran" durumuna düştüğünden buradaki "sâhib-kırân" tabiri aynı zamanda "ikide bir kırana giren yani diğer gezegenlerle aynı burca düşen güneş" anlamını da ifade etmektedir (tevriye). "Husrev" hükümdar demektir. "Doğunun ve batının altın dizginli kır atma binen hükümdarı" olarak ifade edilen varlık güneştir. Bu beyitte "sabah" beyazlığı ve güneşin saçtığı altın renkli parıltılar sebebiyle, "güneş"in bindiği "eşheb-i zer-pâleheng" [= altın özengili beyaz bir at] olarak düşünülmüştür (teşbih). "Eşheb" aslında her cins hayvanın beyaz renkli olanına denmekle birlikte burada, ardından gelen "zer-pâleheng" [= altın dizgin] ibaresinden karineyle sadece "beyaz at" anlamında kullanılmıştır. Dikkat edilecek olursa 63. beyit, 62. beyitte ifadesi yarım kalan cümleyi tamamlamak üzere getirilmiştir (beytimerhun). Bu beyitte açıkça isim verilmemekle birlikte Sultan Osman'ın din ve devletine dua edilmektedir. "Güneş sabahın altın dizginli beyaz atma bindikçe" demek, daha açık bir ifade ile "kıyamete kadar" demektir. Dolayısıyla 62 ve 63. beyitler birleştirildiğinde özetle "Allah Sultan Osman'ın devletinin sancaklarını kıyamete kadar yüceltsin, nereye gitse ona fetih ve nusret versin" anlamı çıkmaktadır. |
| 63. Hak ser-efrâz eylesün râyât-ı dîn ü devletin Kande 'azm eylerse olsun feth ü nusret rehberi | 63. | 63. |
| 64. Eyledikçe 'azm-i meydân-i gazâ evvel-kadem Pây-mâl olsun yolında düşmen-i dînün seri | 64. Savaş meydanına yöneldiği müddetçe din düşmanının başı [daha] ilk adımda onun yolunda ayak altında sürünsün. | 64. Kasidenin dua faslının bu son beytinde Nef'î, lugaz yahut muamma söylercesine bir üslûpla padişaha, girdiği her savaşta daha ilk hamlede düşmanın başının onun yolu üzerinde yerlerde sürünmesi için dua etmektedir, ifadedeki "düşmen-i dînün seri" [= din düşmanının başı] ibaresi, düşmanın kellesi demek olabileceği gibi, düşman ordusunun kumandanı anlamına da gelebilecek şekilde kullanılmıştır. |
- Şentürk AA. Osmanlı Şiiri Antolojisi. Yapı Kredi Yayınları; 2004.






