Haziran 19, 2025

Bosnalı Sâbit’in Ramazan münasebetiyle Baltacı Mehmed Paşa için yazdığı kasîde nükteli ve eğlenceli sosyal hayat tasvirleriyle dikkat çeker. Yazıldığı dönemde beğeni ve ilgiyle karşılanan bu kasidenin Prof. Ahmet Atilla Şentürk tarafından yapılan günümüz Türkçesine çevirisi ve şerhi:

Ramazâniyye Berây-ı Baltacı Mehmed Paşa

BeyitGünümüz TürkçesiŞerh
01. Yevm-i şek sohbetine şîre sıkarken yârân / Sık boğaz itdi basup şahne-i şehr-i ramazân01. Dostlar şek günü sohbeti için şıra sıkarken ramazan ayı zaptiyesi [onları] basıp sık boğaz etti.01. Arapça asıllı "yevm" gün, "şek" şüphe demek olup buna göre "yevm-i şek" [= şüphe günü], gün hesabıyla ramazanın girmiş olması gerektiği hâlde henüz hilâl görünmediği için oruca başlanamayan ve her an hilâlin göründüğü haberi beklenen gün demektir. "Şîre" [= şıra] üzümün sıkılmasıyla elde edilen bir içecektir. En azından açıktan açığa müskirat içemeyen dindar müderris ve hoca takımının rağbet ettiği bu içecek, tahammür etmeden yani henüz fermantasyona uğramadan içildiğinde dinen helâldir. Özellikle yazın içildiği takdirde keyif verici bir özelliğe sahiptir. Ancak Sâbit'in burada sözünü ettiği şıra, muhtemelen yine bu gibi dindarların rağbet ettikleri 'müselles' denen, şıranın üçte biri kalacak kadar kaynatılmasıyla ortaya çıkan bir çeşit içkiyi elde etmek için sıkılan şıra olsa gerektir, işte şairin "yârân"ı [= dostlar] böyle bir günde kâr kârdır düşüncesiyle bu iş için şıra sıkarlarken, birden ramazanın geldiği haberi duyulur ve mecburen alelacele işe son verilir. Beyitteki ifadeye göre "şehr-i ramazân" [= ramazan ayı] bir "şahne"ye [= zabıta] benzetilmiştir. "Şahne" günümüzdeki polis ve belediye zabıtasının işlerini gören, narhların denetiminden hayvanlara vurulan yükün miktarına, ramazanda oruç yiyenlerden meyhaneye giden Müslümanlara kadar herkesi ve şehrin güvenliğini kontrol eden yetkili memur demektir. Günümüzde de kullanıldığı üzere "sık boğaz etmek" acele ettirmek demektir. Beyitteki ifadeye göre şairin sohbet erbabı dostları, her an girmesi mümkün olan ramazan gelmeden bir kaç saatliğine de olsa fırsatı değerlendirme telaşıyla şıra sıkmaktadırlar, fakat o sırada hilâlin göründüğü ve ramazanın girdiği haberi gelir ve mecburen işe son verilir. Ramazan bu haliyle engelleyici bir konum teşkil ettiği için, insanlan oruç yemekle itham edip sıkıştıran bir zaptiye memuruna benzetilmiş. "Şıra sıkma" fiili ile "sık boğaz etme" deyiminde müşterek olan "sık" ibareleri dikkat çekmektedir. Sabit Dîvânı'nın bazı nüshalarında Ramazâniye'nin başı "yevm-i şek niyyetine" şeklinde olup bu ifade de oruç ve niyet ilişkisini ima etmesi bakımından ilginç ve mizahî bir durum teşkil etmektedir.
02. Kaldurur keffe-i mîzânını nâr-i şeytân / İhtisâb emrine bed' itdi mübârek ramazân02. Mübarek ramazan zaptiyelik işine başlayınca, şeytanın ateşi terazisinin kefesini kaldırır.02. Şiirde şaraba 'âteş-i seyyâl' [= akıcı özelliği olan ateş] denmesi hatırlanacak olursa bu beyitteki "nâr-i şeytân" [= şeytan ateşi] terkibiyle şarabın kastedildiğine hükmedilebilir. Şarabın "keffe-i mîzân"ı [= terazi kefesi] terkibiyle de muhtemelen kadeh yahut sürahi kastedilmiş olmalıdır. Hemen şunu da ilâve etmelidir ki o devirde şarap, bir ağırlık ölçüsü olan 'okka' [= dört yüz dirhemlik ağırlık birimi] ile satılmaktaydı. "Ihtisab" teşkilatı şehre giren malların vergi ve narhından esnafın ölçü ve tartısına, yolların düzeninden inşaatların teftişine, şarap üretiminden meyhanelerin denetlenmesine, vergi toplamadan iş yeri ruhsatına kadar daha çok ticarî ağırlıklı işlerle ilgilenen ve memurlanna "muhtesib" denen bir kurum idi. Beyitteki tasvire göre ramazan, ihtisab işine başlayarak esnafı denetleyen ve sanki uygunsuz bir satıcıya terazisini toplamasını emrederek satışına engel olan bir muhtesip gibi düşünülmüştür. "Emr" kelimesi burada iş veya vazife anlamında olup "ihtisâb emri" [= ihtisab işi, muhtesiplik] ramazanın işi ve mesleği gibi gösterilmiştir. Kısacası şair ramazan geldiğinde meyhanelerin kapanıp şarap satışının yasaklanmasını kastederek, bu sebeple bu ayı bir muhtesibe benzetmektedir.
03. Çilleye vesvesesiz girdi kapandı zâhid / Habs olur tâ ramazân âhir olınca şeytân03. Zahit vesvesesiz çileye girip kapandı. [Bu tabiidir çünkü] ramazan bitinceye kadar şeytan hapsedilir.03. Farsçada 'çihil' yahut 'çil' kırk demek olup "çille", dervişlerin kırk gün veya daha farklı süreler boyunca yeme ve içmeden, mecbur olmadıkça konuşmadan kesilerek bütün vakitlerini ibadetle geçirmeleri hâlidir. Ramazan gelince özellikle bu ayın son on on beş günü dindar kimselerin, züht ve takva sahiplerinin bu şekilde hayattan el etek çekmeleri gibi 'zâhid'in de çileye girmesini kasteden şair, onu "vesvesesiz çileye girmek'le tarif etmektedir. Burada hemen "zâhid" kelimesiyle dinin zahirinde kalmış, biraz da gösteriş için dindarlık taslayan kaba sofuların kastedildiğini hatırlatmak gerekir. 'Vesvâs' şeytan demek olup "vesvese" şeytanın insanın içine verdiği şüphe ve kuruntular demektir. İkinci mısrada ise ramazan geldiği zaman şeytanın zincire vurularak hapsedildiği şeklindeki bir dinî inanışa işaret edilmektedir (telmih). Dikkat edilecek olursa şair ustaca bir ifade ile çileye girip kapanan zahit ile hapsedilen şeytan arasında ilişki kurmakta ve zahide şeytan demektedir (irsalimesel). Fakat zahidin başına "vesvesesiz" kelimesini getirerek hem şeytan ve vesvese ilişkisini kullanmakta (tenasüp), hem de herhangi bir itham hâlinde sanki "Zahit şeytanın vesvesesinden uzak olarak çileye girdi" anlamını kastediyormuş gibi bir ifade oluşturmaktadır.
04. Dehen ü destini meyhâre yudı sahbâdan / Kûze-i bâdeyi ibrîk-i vuzû' itdi hemân04. Şarap içen kimse ağzım ve elini şaraptan temizledi, derhâl şarap sürahisini abdest ibriği eyledi.04. "Mey-hâr" yahut "mey-hâre" şarap içen şaraba düşkün olan kimse demektir. Günümüzde olduğu gibi o devirde de ramazan gelince içki ve eğlenceye düşkün olanların bu işleri terk ederek dindar-laştıklannı çarpıcı ve biraz da mizahî bir üslûpla dile getiren şair, "kûze-i bade" [=şarap testisi] ile "ibrîk-i vuzû'" [= abdest ibriği] gibi birbirine ters iki unsuru özellikle bir arada kullanmaktadır (tezat). Şarabın dinen necis kabul edilişine imada bulunmak üzere de bu kimselerin abdest alışları, el ve ağızlarını şaraptan temizlemeleri şeklinde yorumlanmaktadır. Eskiden her evde su musluğu bulunmadığından ve özellikle soğuk kış günlerinde sık sık abdest almak için dışarı çıkılması zor olduğundan, insanlar bir leğen ve onun üzerine oturtulan bir ibrikten abdest alırlardı (bk. res. 234, 235) Dinî bir vecibe için kullanılan bu ibrik ile dinin haram kıldığı şarabı içinde barındıran sürahi (bk. res. 253), edebiyatta daima burada olduğu gibi bir tezat oluşturmak üzere kullanılmıştır.
05. Döndi bahtı gibi levni yine 'ayyâşlarun / Şimdi tevhîde giren şeyhleründür devrân05. Ayyaşların yine talihleri gibi renkleri de değişti. Şimdi zaman tevhide giren şeyhlerin zamanıdır.05. Arapça asıllı bir kelime olan "ayş" yeme içme demek olup bundan türetilen "ayyaş" çok içki içen kimse anlamına gelir. Alkolikler bağımlı kimseler olup bu ayda içecek bulamadıklarından ve her zaman içkiden dolayı kıpkırmızı olan yüzleri bu ayda sararıp solduğundan; onların içinde bulundukları hâli şair, talihlerinin kötüye gitmesi ve yüzlerinin "levn'lnin [= renk] dönmesi olarak ifade etmektedir. Birleme demek olan "tevhîd", Allah'ın birliğini ifade eden ve 'kelime-i tevhîd' denen 'lâilâ-heillallah' ibaresinin defalarca tekrarlanması anlamında kullanılarak burada "tevhîde girmek" dervişlerin ve şeyhlerin zikre başlamaları anlamında kullanılmıştır. Bu edebiyatta 'rind' yani şaraba ve eğlenceye düşkün tipte insan ile burada tevhide giren şeyhler olarak tarif edilen 'zâhid' tipi sürekli kavga içerisindedirler. Bu beyitte ramazan ayı münasebetiyle zahitlerin rintlere üstün geldikleri, şimdi zamanın zahitler zamanı olduğu ifade edilmektedir.
06. Âteş-i hardal-i teşnî'i virüp rind-i meyün / İçdügi bâdeyi burnından iderler rîzân06. Ayıplama hardalının ateşini verip şarapçı rindin içtiği badeyi burnundan getirirler.06. Şairin inceden inceye mizah yüklü sözleri devam ediyor. Burada da herkesin ve özellikle meyhaneye düşkün rintlerin camiye gelmesini fırsat bilen imam ve hocaların, onlara imalı sözlerle verip veriştirmeleri kastedilmektedir. Muhtemelen o devirde birisini kusturmak için hardal yedirme âdetine imada bulunan şair, kınama demek olan "teşnf "i hardalın yakıcılığına benzetmekte ve böylece rintlerin içtikleri şarabın burunlarından getirildiğini yani pişman edildiklerini ifade etmektedir.
07. Yılduzı düşdi siyeh-kâre-i mînâ-nûşun / Sanma kandîl uçurur kayyim-i seyyâre-feşân07. Seyyareler saçan kayyımın kandil uçurduğunu zannetme. Sırça kadeh [ten şarap] içen günahkârın yıldızı düşmüştür.07. Eski ramazan eğlencelerinden olan "kandil uçurmak" özellikle teravih namazından sonra camiden dağılan kimselere bir eğlence olsun diye, minareden cami avlusu zeminine yaklaşık 45 derecelik bir açıyla gerilen halat üzerinde, makaralara asılı kandillerin minareden aşağıya gönderilmesi şeklinde icra edilen bir gösteri imiş . Şair bu manzarayı yıldız kaymasına benzeterek halk arasındaki yıldızı düşmek tabiriyle birleştirmektedir. Her insanın gökte bir yıldızı bulunduğu inancından kaynaklanan "yıldızı düşmek"yahut "yıldızı düşkün olmak" deyimi, bir kimsenin talihinin yaver gitmemesi, bahtının bozulması anlamına gelir, iştebu beyitte minarelerden aşağıya salıverilen kandiller, ramazan ayı sebebiyleeskisi gibi içemeyenşarap düşkünlerinin dönen talihlerinden kinaye olmak üzere, düşen yıldızlarına benzetilmektedir.Şairin ifadesinden bu kandil uçurma işinin "kayyım" [= cami hizmetlisi] tarafından icra edildiğini öğreniyoruz. Cam demek olan "mînâ" ile burada camdan mamul kadeh kastedilmekte olup (istiare),"mînâ-nûş"[= kadeh içen] ibaresi şarap içmekten kinayedir. "Siyeh-kâre"[= karaiş işleyen, günahkâr]ile dinen haram olan şarabı içen kimseler kastedilmiştir. Hareket hâlindeki yıldızlara seyyare dendiğindenve minareden aşağıya doğru gönderilen kandillerde hareket ettiğinden dolayı şairsöz konusu kayyımı "seyyâre-feşân" [= seyyare saçan] olarak itelendirmiş.
08. Alınur mı ramazân sofilerinden Mushaf / Rahlemin nevbetini beklemeyince inşân08. İnsan rahle sırasını beklemedikçe ramazan sofularından Mushaf alınır mı?08. Ramazan hem mukaddes bir ibadet ayıhem de Kur'an'ın nazil olduğu ay olması bakımından bu ayda Müslümanlar çokça "Mushaf[= Kur'an] okurlar. Herkes camilere koşup orada okunan hatimleri takip eder veya kendisi okur. Şair "ramazan sofusu" ifadesiyle muhtemelen daha önce fazlaca camiye uğramadığı hâlde buayda camiden çıkmayanları kastederek, bunların elinden "Mushaf[= Kur'an] almanın mümkün olmadığını, ancak "rahle" [= üzerinde Kur'an okunan bu iş için üretilmiş sehpa] (bk.res. 236) sırası beklemek suretiyle Mushaf ele geçirilebileceğiniifade etmektedir.
09. İtdi mâhiyye berât-i hasenâtı tezhîb / Sıganup girdi zerefşânluga kandîlciyân09. Kandilciler kollarını sıvayıp zerefşanlığa giriştiler. Mahya [âdeta] iyilikler belgesini altınla süsledi.09. İyilikve güzellikler demek olan "hasenat" burada daha çok ramazanda yapılan ibadetlerve hayır işleri anlamında kullanılmıştır. Devlet tarafından verilen resmî belge demek olan "berât" burada kulların yaptıkları iyilik ve ibadetlere karşılık Allah tarafından yarın ahirette geçerli olmak üzere verileceğine halk arasında bugün de inanılan manevi bir belgedir. Yazıve kitapla ilgili süsleme sanatlarından olan "zerefşân", arapzamkı sürülmüş daha çok koyu renkli bir zemin üzerine altın varakların serpilip kuruduktan sonra bir mühre ile parlatılması şeklinde oluşur. Kâğıt üzerine yıldız gibi serpilen altın varaklar parlatıldığmda çok nefisbir görüntü oluşur (bk.res. 237). işte geceleri "mâhiyye"[= mahya] şekilleri ile camileri altın serpilmişgibi parlatan "kandilciyân" [= kandilciler, kandilci esnafı] burada Müslümanların manevi beratlarını zerefşanla süsleyen tezhipçilere benzetilmektedir.
10 . Kubbe kandîlleridür dâire-i halkârî / Zû'-i kâşâne-i tâ'ate zer-endûde tavân10. İbâdet kâşânesinin aydınlanması için altın işlemeli tavan [olan] kubbe kandilleri halkârî dairedir10. "Kubbe kandilleri" ifadesi günümüzde de ramazanlarda ve kandil gecelerinde camilerin iç kubbe çeperlerinde -tabiiki içlerinde ampuller bulunduğu hâlde- yakılan kandillerin, aydınlanması zeytin yağı ile gerçekleştirilen eski hâlini tarif etmektedir. Söz konusu kubbe kandilleri burada eski tezhip sanatlarından bir süsleme tarzının ismi olan "halkâr"a benzetilmiş. Bu kandillerin yanmasıyla oluşan altın renkli alev ışığı, "kâşâne-i tâ'at"e [= ibâdet sarayına yani mescide] altın işlemeli bir tavan gibi düşünülmüştür.
11. Oldı her câmi'-i zîbende birer hırmen-i nûr / Silme mikyâli kanâdîl-ı zücâc-i rahşân11. Her hoş görünüşlü cami, silme [dolu] mikyali parlak cam kandiller olan birer nur harmanı oldu.11. Ramazanlarda camiler kandillerle ışıl ışıl parlamaları sebebiyle burada her cami birer "hırmen-i nûr"a [= nur harmanı] benzetilmiş. Harmanlar ekinlerin toplandıktan sonra tanelerin başaklardan ve samanlardan ayrılması faaliyetinin yapıldığı yerlerdir. Şair altın sarısı buğday ve samanlarla yine aynı renkteki kandil ışıklan arasında bir renk ve yuvarlak şekilli harman yeri ile kubbe arasında şekil benzerliği ilişkisinden hareketle böyle bir hayal geliştirmiş görünüyor. "Mikyal" bir tahıl ölçeğidir. Harman yerlerinde elde edilen tahılın miktarı bununla ölçülür. Tahılın daha çok tenekeden mamul bu ölçek içine bol miktarda dökülüp sonra da üzeri bir tahta parçasıyla düzeltilmesine "silme" denir. İşte birer nur harmanına benzetilen camilerdeki kandillerin her biri, ağzına kadar ışıkla dolu bulundukları için harman yerindeki silme mikyallere benzetilmiştir.
12. Kalb-i mü'min gibi mescid müteselli ma'mûr / Dil-i fâsık gibi meyhâne harâb u virân12. Mescit müminin kalbi gibi teselli bulmuş ve mamur; meyhane [ise] günahkâr kalbi gibi harap ve metruk.12. "Müteselli" gönlündeki gam ve keder bir şekilde giderilen kimse, "mamur" ise bayındır demektir. Ramazanda mescitlerin müminlerin kalbi gibi mamur ve müteselli oluşu ifadesinde şair "Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle sükûnet bulur" (Ra'd, 28) ayetine işaret etmektedir (telmih). Çünkü bu ayda camiler sadece beş vakit namaz için değil, sürekli ibadet ve zikirle dolup mamur olur. Esas itibanyla zaten gözden ırak ve loş mekânlar olması gereken meyhaneler ise bu ayda daha önce yanan mum ışığından dahi mahrum olarak tamamen terk edilip" karanlık kaldıkları için "dil-i fâsık" [= günahkârın gönlü] gibi harap ve metruk gösterilmişler. Meyhane için kullanılan "harâb" vasfı, meyhanenin edebiyattaki bir ismi de 'hârâbat' olması bakımından bir uygunluk arz etmektedir. Beyitteki "meyhane" ile "mescid, "harâb" ile de "ma'mûr" kelimeleri birbiriyle zıtlık oluşturmaktadırlar (tezat).
13. Donanup âl akîdeyle şeker tablaları / İtdi her gûşe-i İstanbulı sûk-i Mercân13. Şeker tablaları kırmızı akide [şekerleri] ile süslenip İstanbul'un her köşesini Mercan çarşısı etti.13. Daha çok kırmızı renkte olan "akide" şekeri ile, denizden çıkarılan hemen hemen aynı renkte değerli bir madde olan "mercan" arasında renk itibarıyla bir ilişki oluşturulmaya çalışılan bu beyitte -biraz da eskiden olduğu kadar günümüzde de İstanbul'un önemli ticaret merkezlerinden olan Mercan'a bir işaret oluşturmak üzere-, şekerci dükkânları, mercan satılan bir pazara benzetilmiştir. Şemseddin Sâmî "akîde şekeri" isminin aslında "ağda şekeri"nden bozma yanlış bir türetme olduğunu öne sürmektedir.
14. Cân virür râhat-i hulkûma esîr-i helvâ / Gelse efsürdegî-i savm ile hulkûmına cân14. Helva düşkünü oruç donukluğu ile canı boğazına gelse, lokum için can verir.14. Türkçemizde bugün de kullandığımız "canı boğazına gelmek" [= dayanamayacak hâle gelmek] ve "can vermek" [= çok isteyip arzulamak] deyimlerinin ustalıkla kullanıldığı bu beyitte, helva ve tatlıya düşkün kimselerde, özellikle uzun ve sıcak yaz aylarına denk gelen ramazanlarda akşama doğru oluşan hâl, "efsürdegî" [= durgunluk, donukluk] olarak tarif edilmiş. "Hulkûm" boğaz demek olup "râhat-i hulkûm" [= boğaz rahatlığı] günümüzde 'lokum' dediğimiz tatlının o devirdeki ismi olup halk arasında bunu söylemesi zor olduğundan 'ırahat lokumu' dendiği meşhurdur. Görüldüğü üzere beyitte "hulkûm" kelimesi, biri boğaz diğeri ise tatlı ismi olacak şekilde ustalıkla kullanılmıştır (cinas).
15. Biri rindün mütevazzâda kamış helvâsın / Şâh-i misvaka bedel eyledi idhâl-i dehân15. Rindin biri abdest yerinde şeker kamışını misvak dalı yerine ağzına soktu.15. "Mütevazzâ" şadırvan yahut hamam gibi abdest alma yeri demektir. Abdest almadan önce misvak denen özel bir çeşit ağaç dalı ile dişleri temizlemek sünnettir. Şairler sarıklarına bu dal parçasını sokarak gösteriş için gezinen dindar softalarla sürekli alay ederler. Burada ise bir lâtife olmak üzere şair, ramazan münasebetiyle abdest ve namaza başlayan bir rindi tasvir ediyor. Fakat bu rint muhtemelen zahide benzememek için dişlerini şeker kamışı ile misvaklıyor ve dolayısıyla orucu da özürlü hâle getiriyor.
16. Elde işkenbe fenâr arkada zenbîl-i sahûr / Gice faslında şikem-hâreleründür seyrân16. Seyran, elde işkembeden [mamul] fener, arkada sahur zembili, gece faslında [gezen] oburlarındır.16. Eskiden gece fenersiz sokağa çıkma yasağı bulunduğundan evine geç dönmesi gereken kimseler yanlarında daima bir fener bulundurmak zorundaydılar. Bu fenerler katlandığı zaman cübbe içinde rahatça taşınabilmesi için körük şeklinde imal edilirdi (bk. res. 238) ve ışığı rahatça geçirebilmesi için de işkembe derisin den olmaları tercih edilirdi. Tabii bu yatsıdan sonra sokağa çıkma yasağı ramazan aylarında geçerli olmaz, teravih namazından sonra tertip edilen eğlenceler ve davetlilere hazırlanan mükellef sahur sofralan bazı oburların sabahlara kadar o sahur senin bu sahur be nim koşuşturmalarına sebep olurdu. "Zenbil" yiyecek gibi günlük ihtiyaçları taşımaya yarayan hasır şeklinde örülmüş üstü geniş alt tarafı dar bir çeşit torbadır. Öyle anlaşılıyor ki Sâbit'in tarif ettiği bu tip aynı zamanda gittiği yerlerden de bir şeyler doldurmak için zembili ile gezmektedir. İlk mısradaki "elde işkenbe fenâr" ibaresi aynı zamanda "işkembesi fener gibi olmuş, eliyle tuttuğu hâlde..." şeklinde de yorumlanacak şekilde düzenlenmiş görünüyor. Anlam itibarıyla "temâşâ" [= 1. Seyir, gezinti, 2. Eğlence, gülünecek şey] kelimesi ile önemli bir benzerlik taşıyan ve "seyr" kökünden gelen "seyrân" [= 1. Gezinti, gezinme, 2. Tenezzüh, eğlence] kelimesi, burada söz konusu manzaranın gülünçlüğünü vurgulamak için özellikle seçilmiş görünüyor.
17. Vakt-i imsâkdeki micmere-i 'anberden / Hoşdür âlüfteye iftârda bir lûle dühân17. Tiryakiye iftarda bir lüle tütün, imsak vaktindeki amber [tüten] buhurdanlıktan daha hoş gelir.17. Eski istanbul adab-ı muaşeretinde gelen misafire gül suyu serpmek, kahve ikram etmek ve "micmer" yani buhurdanlık (bk. res. 239) yakmak neredeyse konuk ağırlamanın vazgeçilmez üç şartı idi. Bu buhurdanlıklarda amber, öd ağacı vb. yanmca güzel kokular veren maddeler tütsülenirdi. Şair imsak vaktinde yani sa hurda yemekten sonra gezdirilen micmer dumanı ile iftar vaktinde "âlüfte" [= tiryaki] tarafından tüttürülen bir lüle "duhân" [= tütün] arasında her ikisinde de duman bulunması sebebiyle bir ilişki ku rarak karşılaştırma yapıyor. Eskiler tütünü "lüle" [= lüle] denen uzun çubuklarda içerlerdi (bk. res. 240).
18. Kadeh-i rıtl-i girân mertebesi neş'e virür / Kahve-âşâme ağır kahve ile bir fincân18. Kahve düşkününe okkalı kahve ile bir fincan, ağzına kadar dolu büyük şarap kadehi kadar neşe verir.18. Bu beyitte "girân" [=ağır] kelimesi ile"ağır kahve" [= okkalı kahve] tabiri arasındaki ağırlık kavramı vurgulanmak istenmiş görünüyor.
19. Her makâm üstine iftârda tercîh olunur / Nagme-i nerm ile âheng-i dügâh-i dendân19. İftarda yumuşak bir nağme ile dişlerin [çıkardığı] dügâh ahengi, her makam üzerine tercih olunur.19. Şair âdeta paşayı güldürmekiçin muzipliklerine devam ediyor. Eski iftarlardayahut diğer yemekli davetlerde ikram sırasındabir taraftan dafasıl geçildiğine işaret eden beyte göre, iftardakileriçin enhoş makam, dişlerin yumuşak yumuşak "dügâh" makamında yiyecekleri çiğnemelerisıra-sında çıkan seslerdir.
20. Bu da bu şehr-i 'azîmün berekâtındandur / Fukarâsında da ârâste hân-i elvân20. Fakirlerinde de renkli [türlü yiyecekler bulunan] sofralar bezenmiş. Bu da bu büyük ayın bereketlerindendir.20. "Şehr" [=1. Hicri takvim aylarındanher biri, 2. Şehir] ibaresinin zaman bildiren yahut içinde bu-lunulan ramazan ayını belirten birisim olarak kullanıldığıbu beyitte, aynı zamandaşairin bahset-tiği ziyafetler, yoğun olarak İstanbul'daki iftarve sahur yemeklerini kastettiğinden, bu beyitte "şehr"in istanbul şehrini de kastetmeküzere kullanıldığı söylenebilir. "Levn"in[= renk] çokluğu olan "elvan" [= renkler] kelimesi burada sofradaki yiyeceklerin çeşitliliğini vurgulamak için kulla-nılmıştır.
21. Matbah-i rûzeyi miftâh-i 'akîdeyle açar / Feth-i rûzîye bakan ağzı mühürlü yârân21. Nasibin açılmasını bekleyen ağzı mühürlü dostlar, oruç mutfağını akide anahtarı ile açar.21. Farsça gün demek olan 'rûz' kökünden türetilen "rûze" [=oruç] ile "rûzî" [= nasip, kısmet, günlük azık] kelimelerinin bir arada kullanıldığı (iştikak) bu beyitte oruç, bir "matbah"a[= mutfak] benzetilmiş. Beyitte sanki dükkânını uğurlu bir anahtarlaaçarak müşteri gelsin diye konuşmadan bekleşenesnaf ileiftar anı gelsin diye "ağzı mühürlü"[= hiçbir şey yemeyen] bekleyen oruçlular [574] arasında bir ilişki kurulmaya çalışılmış görünüyor. "Miftâh" [= anahtar] ve "feth" [= açma], Arapçada aynı kökten türemiş kelimeler olmaları bakımından bir uyum oluşturmaktadırlar (iştikak). Ayrıca ibaredeki Türkçe "açar" kelimesi de bu iki kelimeyle eş anlamlıdır. "Akîde" [= 1. İnanç, 2. Akide şekeri] kelimesi hem iftarını açanların inançları gereği böyle bir davranışta bulunduklarını ifade ettiği gibi, aynı zamanda bazı kimselerin akide şekeri ile iftar ettiklerini de belirtmek için kullanılmış görünüyor.
22. Bu kadar şevket-i İslâmî görüp şem'-i künişt / İtmede mescide îmân getürüp ref'-i benân22. Havra mumu İslâmın bu kadar şevketini görünce, mescide iman getirerek parmağını kaldırmakta.22. Farsça aslında Mecusî tapmağı demek olan "künist" yahut "künişt", bizde daha çok Yahudilerin ibadethaneleri yani havra için kullanılır. Şair, Yahudi ibadethanesinde bulunan mumu ele alarak, onu şekil itibanyla yukarıya aldırılmış bir parmağa benzetiyor. Türklerde kelimeişehadet getirirken parmağı havaya kaldırma âdetini de kullanarak bu mumu Islâmm şan ve şevketini görerek mescide iman ediyor olarak yorumlamaktadır (hüsnütalil).
23. Her menâr oldı birer şâtır-i zerrîne-kemer / Sadr-i a'zamla ola tâ ki terâvîhe revân23. Her minare sadrazamla teravihe yürümek için altın kemerli bir şatır oldu.23. Padişahlarda solak ve peyklerin yaya olarak atın yanı sıra yürümeleri gibi, büyük makam sahibi kimseler de at ile bir yere giderken yanlarında yaya olarak hizmet için beraber giden görevlilere "şatır" denir. Bu beyitte minareler, ramazan geceleri şerefelerinin birer altın kemer gibi parlaması sebebiyle altın kemerler kuşanmış satırlara benzetilmiştir. Her minare Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa teravih namazına giderse yanında hizmetinde bulunmak için hazırlanmış olarak tasvir edilmektedir. Ancak bu ben zetme öylesine alelade yapılmış bir teşbihten ibaret değil, son derece bilinçli olarak geliştirilmiş bir ifadedir. Çünkü satırların en belirgin alâmeti, bellerine takılan altın sırma veya varaklı kemerleridir (bk. res. 241). Şair, şerefelerinde kandiller yanan minarelerle bu satırlar arasında böyle bir benzerlik ilişkisi kurmaktadır. Bu beyit aynı zamanda kasidenin methe geçişini hazırlayan beytidir (güriz yahut gürizgâh).
24. Kıble-i kubbe-nişînân Mehemmed Paşa / Leyletü'l-Kadr-i kerem 'ıyd-i sabâh-i ihsân24. Kubbe vezirlerinin kıblesi, keremin kadir gecesi, ihsanın bayram sabahı Mehmed Paşa.24. Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen divan odasında toplanan vezirlere "kubbe veziri" yahut "kubbe-nişîn" denirdi (bk. res. 242). Sadrazam bunlann başı olduğundan burada "kıble-i kubbe-nişînân" [= kubbede oturanların kıblesi] şeklinde zikredilmiştir. "Kadir" bin aydan dahi daha hayırlı olan çok mukaddes bir gecenin ismidir. Aynı şekilde bayram sabahları insanların en sevinçli sabahlarıdır. Paşa "kerem" [= cömertlik] ve "ihsan" [= iyilik] kavramlarının gece ve gündüze benzetildiği bu beyitte "leyletü'1-Kadr-i kerem" [= cömertliğin kadir gecesi] ve "ıyd-i sabâh-i ihsan" [= iyiliğin bayram sabahı] olarak nitelendirilmiş. Kadir gecesinde yapılan ibadetlerin binlerce kat fazlası ile mükâfatlandırılacağı ve bayram sabahları da düşkünleri sevindirmenin eski bir gelenek olduğu düşünülecek olursa şairin niçin bu tür benzetmelere başladığı daha iyi anlaşılabilir. Nitekim kasidenin sonunda burada kapalı bırakılan bu ifadenin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır. Burada hemen "kadir gecesi"nin ramazan ayı içinde bulunduğuna inanılan mukaddes bir gece olduğunun hatırlanması gerekmektedir.
25. 'Ahdinün bir günidür mevsim-i 'ıyd-i ekber / Güninün her gicesidür şeb-i kadr-i ramazân25. Senin zamanının bir günü en büyük bayram mevsimi, gününün her gecesi ramazanın kadir gecesidir.25. Şairin bu beyitle bir önceki beyti biraz farklı bir söyleyişle tekrara düşdüğü görülmektedir. "Ahd" bir padişah yahut sadrazamın veya başka bir devlet büyüğünün saltanatta, vezarette veya makamda bulunduğu sürenin ismidir. Sadrazam Mehmed Paşa'nın sadrazamlığı süresince her günün büyük bir bayram, gecelerin ise kadir gecesi gibi kıymetli olduğunu ifade etmektedir.
26. Âb-i in'âmı hayât-i 'ulemâ-yı a'lâm / Bâb-i ikrâmı medâr-i vüzerâ-yı zîşân26. İyiliğinin suyu büyük bilginlerin hayatı, cömertliğinin kapısı, şanlı vezirlerin çevresinde döndükleri yerdir.26. Sadrazam Mehmed Paşa'nın bilginlere "in'âm" [= nimet bağışlama, iyilikte bulunma] edişi, canlılara hayat veren bir su gibi düşünülmüş. "Ulemâ" âlimler, bilginler "a'lâm" ise halk arasında ilim ve fazileti ile tanınmış bilgin demek olan 'alem'in çokluğu olup bu durumda "ulemâ-yı a'lâm" büyük bilginler demek olur. "Medar" çevresinde dönülen yer demektir. İkinci mısrada paşanın "ikram"ı [= cömertlik] çevresinde vezirlerin dönüp durdukları bir "bâb" [= kapı, makam] olarak düşünülerek bir Kabe imajı oluşturulmuştur (kapalı istiare). Böylece şair 24. beyitteki ifadesini dolaylı olarak bir kere daha tekrarlamış olmaktadır.
27. Şîve-i şâhid-i ihsanına dünyâ meftûn / Rütbe-i dâniş ü irfanına 'âlem hayrân27. İyiliğinin güzelinin edasına dünya tutkun. Bilgi ve irfanının derecesine âlem hayran.27. Paşa'nın iyilik ve ihsanlarının bir "şâhid"e [= dilber, güzel] benzetildiği (teşbih) bu beyitte, bütün dünyanın bu güzele "meftun" [= tutkun, âşık] olduğu ifade edilmiş. "Hayran" imrenmek ve gıpta etmek anlamına geldiği gibi bir de şaşırmak demek olur. Bu bakımdan paşanın bilgi ve irfanının mertebesine bütün insanların hayran olması ifadesi buna göre değerlendirilmelidir.
28. Lütfü ikbâli ile hüsn-i teveccühleridür / Kıbleden kendüye mihrabı iden rû-gerdân28. Mihrabı kıbleden kendisine yüz çevirten, onun iyilikleri ile insana güzel teveccüh edişidir.28. "Mihrâb" camilerde imamın namaz kıldırdığı makamın ismi olup hemen bütün camilerde bu mekân kıble cephesi duvarının yarım daire biçiminde içine doğru girmiş olup bu haliyle sanki kıbleden yüz çevirerek cemaate doğru dönmüş gibi durur. Şair bu hâli, mihrabın paşanm "lütuf [= iyilik] ve "ikbâl"ini [= 1. talihin iyi gitmesi 2. birine doğru dönme, teveccüh etme] görünce kıbleden yüz çevirerek ona doğru dönmesi olarak yorumlamaktadır (hüsnütalil). Bilindiği üzere bir kimse diğer bir kimseye teveccüh edip selâm verdiği zaman, selâm verilen kimse de selâm verene döner. Hem bunu hem de sanki paşanın bu iyilikleri karşısında kıbleye dönmekten vazgeçmeyi kastederek şair mihrap hakkında böyle bir yorum geliştirmektedir. Görüldüğü üzere beyitteki "ikbâl" ve "teveccüh" kelimeleri eş anlamlı olup ikbâl kelimesi iki anlama gelecek şekilde kullanılmıştır (tevriye).
29. Şeref-i cûdda Hâtim gibi ma'rûf-i enâm / Hüner-i tîrde Rüstem gibi meşhûr-i cıhân29. Cömertlik şerefi bakımından Hâtem-i Tâî gibi herkesçe tanınmış, Ok [atma] maharetinde Rüstem gibi dünya meşhuru.29. "Hâtimü't-Tâî" asıl adı İbn Abdullah b. Sa'd olan ve aşırı cömertliği ile ün yapmış bir Arap kabile reisi olup edebiyatta cömertliğin sembolü olmuştur. Rüstem ise malûm efsanevî İran kahramanıdır.
30. Vardı bir menzile kim Toz Koparan merhûmun / Şöhret-i nâmını basdurdı gubâr-i nisyân30. [Okçulukta] öyle bir mertebeye vardı ki merhum Toz Koparan'm adının şöhretini unutulma tozu bastırdı.30. Okçuluk tabirlerinden olan "toz" aslında yayın üzerine sarılan çok sert bir çeşit ağaç kabuğunun ismidir. Şairin "merhum" [= rahmetli] demesine nazaran burada ismi geçen Toz Koparan çok sert yay çekerek bu tozu koparmasıyla ün yapan bir kemankeşin ismidir. Nitekim Musahipzâde'nin bildirdiğine göre bu zat, Viyana Muhasarası sırasında bir kilise çanını okuyla delmiş olup Aynalı Çeşme yakınında bir mescidi varmış. Bir diğer rivayete göre Asıl adı İskender olup 1281 arşın atma rekoru kırmış ve toz elinde kaldığı için bu lâkapla anılmış. Fakat paşa okçuluk konusunda öylesine ileri gitmiştir ki adı geçen şahsın "şöhret-i nâmı" [= isminin ünü] "ğubâr-i nisyân" [= unutulma tozu] ile örtülmüştür. Görüldüğü üzere ibaredeki "toz" kelimesinin uzak anlamı ile "gubâr" [= toz] aynı anlamda kelimeler olup özellikle tercih edilmişlerdir (ihamitenasüp).
31. Çeşm-i hışm ile nigâh itse eğer mercâna / Kehrübâ gibi olur haste-i renc-i yerekân31. Eğer mercana öfke nazarıyla baksa [mercan], kehribar gibi sarılık derdinin hastası olur.31. Denizden çıkarılan sertleşmiş bir çeşit deniz bitkisi olan "mercan"m kırmızı, pembe ve beyaz renkleri bulunmakla beraber asıl makbul olanı ve edebiyatta şiirlere konu olan cinsi koyu kırmızı renklisidir (bk. res. 13). Edebiyatta kırmızılığın sembolüdür. "Keh" [= saman, çöp] ve "rübâ" [= çeken] kelimelerinden oluşan "keh-rübâ" [= saman çeken, kehribar] ise bir kumaşa sürtüldüğünde elektriklenerek saman ve kâğıt parçalarını çektiği için bu isimle anılmış olup; topraktan çıkarılan, binlerce yıl boyunca fosilleşmiş reçinelerdir. Daha çok sarı renkte olup içindeki nesneleri gösterecek kadar şeffaftır. Edebiyatta sarı rengi sebebiyle yüzü sararmanın ve "yerekân" [= sarılık] hastalığının sembolü olmuştur, işte şair paşanın insanlar ve bütün canlılar üzerinde ne kadar etkili olduğunu vurgulamak için "Eğer Mehmed Paşa öfke ile mercana baksa, mercan kehribar gibi sanlık hastalığına yakalanır" derken bu maddelerin renklerinden hareketle böyle bir hayal geliştirmektedir. Ancak ifadenin ilginç tarafı, gerçekten de sarılık hastalığının bir çeşidinin aşın korku ve sıkıntı sonrasında ortaya çıkması olup bu husus beyte ayrı bir derinlik kazandırmaktadır.
32. Kehrübâya nigeh-i 'âtıfet itse ammâ / Benzimin kanı gelüp kesb ide reng-i mercân32. Fakat kehribara lütuf nazarıyla baksa, benzinin kanı gelip derhâl mercan rengi kazanır.32.
33. Genc-i Husrev kef-i cûdında bir avuç mankır / Tâc-i Cem dîde-i kadrinde külâh-i fincân33. Hüsrev'in hâzinesi onun cömert elinde bir avuç mangır; Cem'in tacı alıcı gözüyle [baktığında] ona bir fincan külâhı.33 Hüsrev iran'ın Sâsâniyân sülalesinden meşhur Nuşirevan'm torunu olup Hüsrev ü Şîrîn hikâyesinin de kahramanıdır. Bunun sekiz büyük hazinesi olduğu rivayet edilir ve edebiyatta çokça geçen Genc-i Şâygân yahut Genc-i Bâdâver, Genc-i Arûs, Genc-i Dibe, Genc-i Efrâsiyâb bunlardan bazılarının adıdır. "Kef" el ayası yahut avuç içi demek olup edebiyatta cömertlik sembolüdür. "Mankır" yahut "mangır" dördü bir akçe eden küçük bakır sikkelerin adı olup yakın zamana kadar değersizlik sembolü olarak kullanılırdı, işte şairin ifadesine göre paşa öylesine cömerttir ki Hüsrev'in meşhur hazineleri dahi onun cömert elinin yanında bir avuç mangır gibi değersiz kalmaktadır. "Dîde-i kadr" gözün değer biçmesine göre takdir edilecek değer anlamında bir tabirdir. Şairin ifadesine göre paşanın nazarında Cem'in tacı ancak bir fincan külahı değerindedir.
34. Hân-i lutfından alur kâse-i hasret vâye / Havz-i cûdında olur kûze-i hâcet mel'ân34. Hasret kâsesi onun lütfunun sofrasından nasip alır. İhtiyaç testisi onun cömertliğinin havuzunda dolar.34.
35. Şâ'ire hüsn-i teveccühleri in'âma delil / Lutf-i mazmûna tebessümleri ihsâna nişân35. Şaire güzellikle teveccüh göstermeleri onun nimet bağışlamasına delil, güzel manalara tebessümleri ihsanına işarettir.35. Osmanlı devlet adamlarından ilim ve irfan sahibi şairlere çoğu zaman iltifat edip değer vermişler, fakat bazıları da şairlerden adeta nefret etmişlerdir. Sabit tam bir şair dostu ve şiirden anlayan bir kimse olarak bilinen Baltacı Mehmed Paşa'nın şairlere "hüsn-i teveccüh" [= güzellikle davranma] göstermesini bir nimet alâmeti olarak görmektedir. "Mazmun" şiirin ifade ettiği anlam yahut içinde gizli olan espri demek olup "lutf-i mazmun" bu durumda mananın güzelliği anlamına gelir, ifadeden anlaşıldığına göre şiirden iyi anlayan paşa huzurunda şiir okunduğunda hoşuna giden mazmunlara yani manalara tebessümle karşılık vermektedir.
36. Hoş kumâş-i suheni zîver-i bâzâr idelüm / Hiç söz satmağa girmez ele bir böyle zemân36. Güzel söz kumaşını pazar süsü edelim. Söz satmak için böyle bir zaman [bir daha] ele geçmez.36. Şiirler gerek hüner mahsulü olup değer ifade eden eserler olmaları ve gerekse uzak ülkelere ve memleketlere kadar çabucak yayılmaları sebebiyle şiir dilinde uzak ülkelerden gelen yahut oralara giden binbir emekle dokunmuş değerli kumaşlara benzetilirler. Burada da şair eserlerine caize veren paşaya şiir kumaşı satmaya gelmiş bir tüccar tavrı takınarak sözü açıkça "Bir daha böylesine kumaştan anlayan bir müşteri bulamayız. Söz kumaşları ile pazarımızı süsleyip malımızı satmaya bakalım" demeye getirmektedir.
37. Pâdişeh fâzıl ü ehl-i dil ü mazmûn-şinâs / Vüzerâ kâmil ü sâhib-hüner ü nâdiredân37. Padişah fazilet sahibi, gönül ehli ve mazmundan anlar, vezirler olgun, hüner sahibi ve bilgili.37.
38. Ne zemân görse gerek hayr-i metâ'-i suheni / Bu revâyicde iden kizb ile da'vâ-yı ziyân38. Bu rayiçlerde yalan olarak ziyan ettiğini öne süren [bir şair] söz malının hayrını acaba ne zaman görecektir?38 Şair söz kumaşı satan bir tüccar tavrını sürdürmeye devam etmektedir. "Râyic" bugün de kullanıldığı üzere, bir malın makul piyasa değeri anlamında bir tabirdir. Günümüzde olduğu gibi o devirde de satıcılar yalan yere ziyan ettiklerini iddia edip duruyor olmalılar ki Sabit, "Söze biçilen bu değerler karşısında bir şair yalan olarak zarar ettiğini nasıl öne sürebilir? Böyle yaparsa malının hayrını görebilir mi?" diyerek takındığı söz taciri rolünü, meslektaşlarını tenkit etmek üzere sürdürmektedir. Aynı tavır aşağıdaki beyitte de devam ediyor:
39. Böyle bâzârda da eylemeyen istiftâh / Ne zemân açsa gerek sûk-i me'ânîde dükân39. Böyle bir pazarda siftah eyleyemeyen [bir şair] mana pazarında ne zaman dükkân açabilecektir?39.
40. Dîde-i bahtı açıldı yine erbâb-i dilün / Eyledi kevkeb-i dürrî gibi çeşmi leme'ân40. Yine gönül erbabının talihinin gözü açıldı. Gözü Kevkeb-i Dürrî gibi parladı.40.
41. Ey harîdâr-i hüner sadr-i ahâlî-perver / Sensin eyyâm-i telâfî-i zemân-i hüsran41. Ey hüner müşterisi, halkı besleyen sadrazam! Sen hüsran vaktinin telâfi günlerisin,41. "Harîdâr" satın alıcı kimse yani müşteri demektir. Şair Mehmed Paşa'yı halkı besleyen, hüner satın alarak daha önce geçirdiği "zemân-i hüsrân"ı [= zorluk günleri] telâfi eden bir müşteri olarak görmekte ve bunu açıkça ifade etmekten çekinmemektedir. "Eyyam" günler demektir.
42. Kasd-i ecr ile seni sâim iken medh itdüm / Sevidendir di derûnundaki nûr-i îmân42. Sevap kazanmak için seni oruçlu iken methettim. İçindeki iman nuru beni şevklendirdi.42. Oruçlu iken yapılan ibadetlerin daha makbul olduğuna ve daha fazla sevap yazılacağına inanılır. Şair bu inanca işarette bulunarak sanki paşayı methetmek dinî bir vazifeymiş gibi bir ifade kullanmaktadır. Ardından da paşanın içindeki iman nurunun kendisini coşturduğu veya aydınlattığı şeklinde bir ifade kullanıyor. Bilindiği üzere "şevk" coşku anlamına gelmekle birlikte Türkçedeki bir diğer anlamı da nur ve ışıktır (tevriye yahut ihamitenasüp).
43. Sende âsâr-i verâ sende nişân-i takva / Sende envâ'-i edeb sende sunûf-i erkân43. Dine bağlılık alâmetleri sende, Allah korkusu nişanı sende, edebin her türlüsü sende, adabımuaşeretin çeşitleri sende...43.
44. Her ser-i mûyuna dîbâ-yı vezâret lâyık / Her bir engüştüne bir mühr-i vezâret şâyân44. Saçının her teli ucuna bir vezâret kaftanı layık. Her bir parmağına bir vezirlik mührü olsa yeridir.44.
45. Pöstekî sâhibini çekdi kadîmî sadra / Kutbü'l-aktâb-i velâyet mi degül Ahmed Han45. Sanki Ahmed Han velilik kutuplarının kutbu değil mi? Kadim baş köşeye postun sahibini çekti.45. Osmanlı hükümdarları aynı zamanda Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve Hz. Muhammed'in halifesi durumunda olduklarından, özellikle padişahın himayesini gören tarikat mensupları tarafından daima büyük bir veli olarak nitelendirilirlerdi. Öyle ki halk arasında bu gibi inançların uzantıları günümüze kadar süregelmiştir, işte burada ölen bir tarikat şeyhinin yerine posta oturacak yeni şeyhin keşif ve zuhurla tayini şeklindeki bir tarikat geleneğine imada bulunan şair (telmih), sanki Sultan III. Ahmed kendisi "kutbü'l-aktâb" [= kutuplar kutbu] olduğu için, Baltacı Mehmed Paşa'yı böyle bir keşifle seçerek, o posta yani makama oturtmuş gibi bir ifade kullanmaktadır. "Kutb" Kırklar, Yediler ve Üçler diye bilinen manevî şahsiyetlerin en başında olan ve dünyayı himaye ettiğine inanılan kimsedir. Bütün âlem bir beden, o ise bu bedenin ruhu gibi düşünülür. Kutb ölünce yerine Üçler'den biri, Üçler'den birinin yerine de Yediler'den biri geçerek böyle hiyerarşik bir düzenle dünyanın işlerinin düzenlendiğine inanılır, işte şair Post, kutb, velayet gibi tekke ve tasavvuf tabirlerini özellikle bir arada kullandığı bu beytinde (müraatinazir), Sultan III. Ahmed'i de keşif ve keramet sahibi böyle bir kutb mevkiine oturtuyor.
46. Sadr-i dîvâna şu ârâyişi kim virmişdür / İşte eslâf-i kirâm işte kibâr-i devrân46. Divanın baş köşesine bu süsü kim vermiştir? İşte büyük geçmişler, işte zamanın uluları.46. Şair eski sadrazamlarla Baltacı Mehmed Paşa'yı mukayese ederek onun Dıvân-i Hümâyûn'un baş köşesine süs verdiğini ifade ediyor. "Sadr" bir mecliste en itibarlı baş köşe demek olup Sadrazam da Kubbealtı'nın baş köşesinde oturduğu hâlde divanı idare ederdi (bk. res. 242). [577]
47. Tutalum ikisi bir hil'atün eczâsı imiş / Çıkamaz sadr-i girîbâna tırâz-i dâmân47. Farz edelim ikisi de aynı elbisenin kısımlarıymış. [Fakat] etek süslemeleri göğüsteki yakaya kadar uzanamaz ki...47. Aynı kıyaslamayı bir örnekle sürdürmeye çalışan şair daha sonra eski ve yeninin sanki bir elbisenin parçaları gibi birbirinden ayrılamayacağını öne sürüyor. Ancak eskiler etekteki, paşa ise yakadaki süslemeler gibidir ve etekteki süslerin tıraz geleneğine göre yakaya kadar çıkması mümkün değildir. "Tırâz" Abbasî ve Selçuklu saraylarında da görüldüğü gibi, kaftanların yaka, etek ve yen kısımlarının, gerektiğinde bir takdir ve mükâfat alâmeti olmak üzere ilgili şahıslara giydirilmek üzere sırmalı işlemelerle süslenmesidir (bk. res. 243).
48. Tutalum ikisi bir kârda şirketde imiş / Bir midür kesmede sikkîn ile tîg-i bürrân48. Farz edelim ikisi de aynı işte ortaklıkta imiş. [Fakat] bıçak ile keskin kılıç, kesmede bir olur mu?48.
49. Cevher-i saykalı var ikisinün de ammâ / Safha-i âhene âyîne virür mi meydân49. Her ikisinin de parlayacak cevheri vardır ama, ayna hiç [parlaklıkta] demir levhaya meydan bırakır mı?49.
50. Sen harîdâr-i tefârîk-i kemâl olduğuna / Bu yeter ârif-i âgâha delîl ü bürhân50. Kalbi uyanık bir irfan ehline, senin kemali ayırd eden bir müşteri olduğuna delil olarak şu yeter:50-51 Baltacı Mehmed Paşa Halep beylerbeyi iken 1710 yılında tekrar sadarete getirildiğinde, Halep'te tanıdığı Nâbî'yi de beraberinde İstanbul'a getirmişti. Sabit'in taze Halep kumaşı dediği şey, Nâbî'nin Halep'ten gelen şiirleridir. Sabit'in ifade-sine göre güya Nâbî böylesine kemalden anlayan bir müşteri bulunmaz diyerek paşa ile birlikte Halep'ten mallarını yükletip İstanbul'a gelmiştir. "Şeh-bender" tüccarbaşı yahut bezirganağası demektir. Sabit Nâbî'yi irfan ülkesinin bezirgânbaşına benzetiyor. Nâbî İstanbul'a geldiğinde, istanbul şairlerine nazaran belki biraz taşralı kalmasına rağmen sadrazam himayesinde bir şair olarak, burada olduğu gibi ister istemez eserleri takdir görmüş ve aşağıdaki beyitlerde görüleceği üzere övülmüştür.
51. Yükledüp taze kumâş-i Haleb-i ma'nâyı / Geldi İstanbul'a şehbender-i mülk-i 'irfan51. İrfan ülkesinin bezirgânbaşısı, mananın taze Halep kumaşını yükletip İstanbul'a geldi.51.
52. Mûcid-i vâdî-i nev muhteri'-i tarz-i cedîd / Mû-şikâf-i kalemi nâdire üstâd-i cihân52. Yeni vadinin icatçısı, yeni tarz ortaya koyucu. Kılı [kırk] yaran kalemi [nin] bir eşi daha bulunmayan cihan üstadı.52.
53. Farzdur rûze gibi mükrem ü mer'î tutmak / Geldi bir kadri büyük zâtı mübârek mihmân53. Değeri büyük, zatı mübarek bir misafir geldi; [onu] oruç gibi mükerrem ve itibarlı tutmak farzdır.53.
54. Şi'r-i yârândan el kesmek içün sârikler / Düzdi teftîşe buyur ustâya kat'î fermân54. Hırsızlar dostların şiirinden el kessin diye, hırsızı teftiş için ustaya kesin ferman buyur.54. Zamanın mana hırsızlarının onun bunun sözlerini alıp biraz değiştirerek bizim diye orada burada okumalarına imada bulunan şair, bunları sadrazama şikâyet ederek Nâbî'ye bu gibileri teftiş edip denetlemesi için emir vermesini istiyor. Bu sözlerin altında şairin birazda bıyık altından Nâbi'yi hafife alıyormuş gibi bir üslûp seziliyor. Beyitteki "düzd" [= hırsız] ve "sârik" [= çalıcı, hırsız] kelimeleri aynı anlamda olup el çektirmek anlamında kullanılan "el kesmek" deyimi uzak anlamı olan 'eli bıçak vb. bir aletle kesme' anlamına imada bulunacak şekilde kullanılmıştır (ihamitenasüp). Bu deyim ile şair aynı zamanda hırsızlık edenin elinin kesilmesi şeklindeki şeriat uygulamasına da işaret etmektedir (telmih), ibaredeki "kat"' [= kesme] kökünden türetilen "kat'î" [= kesin] kelimesiyle Türkçe "kesme" kelimesi anlam bütünlüğü içinde bulunan ibareler konumundadırlar.
55. Şu'arâdan müteşâ'irleri temyiz eyler / Ayrılur gayri ısırgan dikeninden reyhân55. Şairlerden şair geçinenleri ayıklar [da] artık ısırgan dikeninden fesleğen ayrılır.55.
56. Kaldırım taşları altında birer şâ'ir var / Dâmen âlûde-i çirk-âb-i dehân-i hezeyan56. Her kaldırım taşı altında eteği, hezeyan [saçan] ağızın pis suyuna bulaşmış birer şair var.56. Şiirin gerçekten geçer akçe olduğu o devirde herkes şiir yazmaya çalışıyor, kabiliyeti olmayıp güzel şiir yazmaya özenenlerde haliyle başkalarının divanından aşırma hayal ve manaları biraz değiştirerek kendi sözleri diye satıyorlardı. "Her kaldırım taşı altında bir şair bulunması", şairlerin bolluğundan kinaye bir tabirdir. Etek anlamına gelen "dâmen"eski şiirimizde iffet ve namusun sembolü olup "dâmen-âlûde" [=eteği bulaşmış, namusu kirlenmiş] olmak, bu sembolden dolayı iffetsizlik ve namussuzluk anlamına geliyordu. Sabit, Sadrazam Mehmed Paşa'dan, sevdiği bir şair olarak istanbul'a getirdiği ve himayesinde bulundurduğu Nâbî'ye böyle bir vazife vermesini isteyerek, namuslu şairlerle hırsız yani namussuz şairlerin birbirinden ayırt edilmesini ve böylece ısırgan dikeni ile reyhan çiçeğinin lâyık oldukları değeri bulmasını istemektedir.
57. Tartılur bulsa Odun İskelesi hammâlı / Bir sebük-magz ağır şâ'ir-i sencîde-beyân57. Odun İskelesi hamalı bulsa, bir hafif beyinli, sözü tartan itibarlı şair [olarak] tartılır.57. Eskiler şiirleri inci dizisine yahut değerli taşlarla bezenmiş bir kolye vb. mücevherlere benzetmişlerdir. Haliyle bu gibi taşlar hassas kuyumcu terazisi ile ve ehli olanlarca tartıldığı gibi, şiir de ancak onun kıymetini bilen ilim ve irfan sahibi kimselerce değerlendirilebilecek bir metadır. Bu hususa işaret olmak üzere şair, şiirden anlamayan fakat modaya uyarak her şiire caize vermeye kalkışan -muhtemelen- cahil devletlileri Odun iskelesi hammalma benzetmekte ve "Kantarda odun tartmaktan gayri bir iş bilmeyen böyle birinin eline hassas kuyumcu terazisi verildiğinde ne kadar başarılı olursa, şiirden anlamayanlar da anlayanların yanında böyledirler" demek istemektedir. Çünkü değerli taşlar odun kantarında tartılmaz. "Sebük" hafif, "sebük-mağz" ise hafif beyinli yani akılsız ve kafası çalışmayan demektir. Farsça "sencîden" tartmak demek olup "sencîde-beyân" [=sözü tartan] sözün değerini anlayan kimse demektir. Buradaki "ağır" [= itibarlı] kelimesi, kelimenin ibaredeki uzak anlamı olan 'ağırın, "sebük" [= hafif] kelimesiyle bir tezat teşkil etmesi için (ihamitezat) kullanılmış görünüyor.
58. Rezm-gâh-i hezeyâna gelicek her birinün / Gürzi var dest-i tasallüfde beşer yüz batman58. Hezeyan [savurma] meydanına gelince her birinin atıp tutma elinde beşer yüz batmanlık gürzleri var.58. "Rezm" savaş demek olup "rezm-gâh" savaş meydanı anlamına gelir. Hezeyanı yahut hezeyan savurmayı bir gürze yahut gürzle dövüşmeye benzeten şair, hezeyan savurarak çevresiyle mücadele eden bu gibi şair geçinenleri, ellerinde beş yüz batmanlık hezeyan gürzleri bulunan savaşçılara benzetmektedir. Batman yerine göre iki ile sekiz okka arasında değişebilen bir ağırlık ölçüsüdür. Gürz kaldırmak yahut gürz savurmak, Osmanlılarda güç gösterisi hâlini alan bir spor dalıydı. Evliya Çelebi'nin ifadesine göre o sırada istanbul'daki gürz-bâzlar 12 dükkân olup sürekli talim yapan ve yaptıran 70 kişiden ibaret imişler. 76 çeşit olarak zikredilen taş yahut demir ağırlıklı olan gürzlerini başlarının üzerinde fırıl fırıl döndürerek geçit resminde gösteri yaparlarmış. Bu gürz çeşitlerinden üçünün resmini çizen İngiliz elçisi Covel'in ifadesine göre bunlardan birini üç kişi sapından tutsa kaldıramazmış (bk. res. 244, ayr. bk. res. 212). İşte Sabit işleri hezeyan savurup ona buna sataşmak olan sahte şairleri, "tasalluf' ellerinde böyle ağır hezeyan gürzleri bulunan ve etraflarına sataşan savaşçılara benzetmektedir. "Tasalluf kendini olduğundan fazla göstererek atıp tutma ve böbürlenme demektir.
59. Vezn olındukda devâvîn-i sakîl-süheni / Rûz-i mahşerde neler çekse gerekdür mîzân59. Mahşer gününde ağır sözlü divanları tartıldığında terazi neler çekse gerektir.59. Ağır demek olan "sakîl" kelimesi burada kasvet vb. sıkıntı veren bir ağırlığı ifade etmek için kullanılmıştır. Dolayısıyla "sakü-sühen", okunduğunda insana zevk ve neşe vermeyen, kasvet veren söz demektir. Kıyamet gününde herkesin işlerinin tartılacağı inancından hareketle şairlerin de divanlarının tartılması gerektiğini düşünen Sabit, bu gibi şairlerin divanlarının da "rûz-i mahşer"de [= haşr gününde, kıyamet gününde] tartılacağını ve bu sırada "mîzân"ın [= terazi] bu ağır sözlerden dolayı çok zorlanacağını ifade etmektedir. Yani milyarlarca insanın günahlarım kolayca tartıverecek söz konusu teraziye bu şairlerin divanları, içlerindeki ağır, kaba-saba ve hantal sözler sebebiyle ağır gelecek ve terazi bunları tartmakta zorlanacak, eziyet çekecektir. [579]
60. Bu da ammâ sühan erbabına ihsânundur / Bînevâlar düşeler pâyüne üftân hîzân60. Fakat zavallı söz erbabı kimselerin düşe kalka ayağına gelmeleri de onlara bir ihsanındır.60. "Sühan" yahut "sahun" söz demek olup "sühan erbabı" ifadesiyle kastedilen kimseler, sözden anlayan şair ve ediplerdir Nasip anlamına gelen "neva" kelimesinin başına olumsuzluk eki getirilerek yapılan "bî-nevâ" [= nasipsiz], daha çok zavallı anlamında kullanılan bir tabirdir. Sabit bu ifadesiyle kıymetleri bilinmeyen söz erbabı şairleri kastetmektedir. Bunların sanki perişan hâlde "üftân ü hîzân" [= düşe kalka] paşanın ayağına sürünerek gelmelerinin dahi paşanın onlara bir lütfü olarak görmektedir. Çünkü ya sözden anlamayan diğer devletliler gibi paşa da onları reddetse...
61. Bu da danalara bir lutf-i firâvdnündür / Ma'rifet semtine ölçümlene şahs-i nâdân61. Kendini bilmez kimselerin marifet semtine heveslenmeleri de bilgili kimselere büyük bir lütfundur.61. "Dânâ" [= bilen, bilgili kimse] ve "nâ-dân" [= kendini bilmez, cahil] kelimeleriyle tezat oluşturulan bu beyitte "ma'rifet" [= ilim ve irfan] müstakil ve herkesin ulaşamayacağı bir semte benzetilmiş. Eski Anadolu Türkçesinde 'heveslenmek, niyet etmek, hazırlanıp kalkışmak' gibi anlamlara gelen "ölçümlenmek" kelimesini kullanan şair, cahil kimselerin marifet semtine heveslenmelerinin dahi paşa sayesinde olduğunu ve bunun dahi ilim ve irfan erbabı için bir lütuf teşkil ettiğim ifade etmektedir. Anlaşıldığına göre daha önce cahil ve bilgili kimseler birbirinden ayrılıp fark edilmedikleri hâlde şimdi hiç olmazsa cahiller bilgililere özenmektedirler ve bu da büyük bir ilerlemedir.
62. Vâ'iz-i müksir-i kürsî gibi bir söz kaldı / Diyelüm sonra du'â eyleyelüm bî-pâyân62. Kürsünün sözü uzatan vaizi gibi "Bir söz kaldı!" diyelim, sonra sonsuz dua[lar] eyleyelim.62. Camilerde cemaate vaaz ve nasihat veren vaizlerin üzerine çıkıp konuştukları, daha çok ahşaptan mamul yüksekçe yere "kürsî" [= kürsü] denir. "Müksir" bir şeyi çoğaltan kimse demek olup burada vaizden bahsedildiğine göre onun sözü uzatması kastedilmiş olmalıdır. Günümüzdeki gibi cami hocalarının "Bir de şunu söyleyelim" diye sürekli sözü uzatmalarının taklit edildiği bu beyitte şair, bir şeyler daha söyleyip sonra "bî-pâyân" [= sınırsız] dualar edeceğini haber vermektedir. Gerçekten de camilerde bu son söz hep camiye yardım kabilinden bir dilek ve ihtiyaç beyanı ile biter. Burada da şair usta bir üslûpla kasideyi yazmaktan muradının ne olduğunu ifade etmektedir.
63. Esb-i hırsı çekerüz âhûr-i istiğnaya / Semt-i cerre boşanur eylesek irhâ-yı 'inân63. Hırs atının dizginlerini salıversek cer semtine boşanır [gider, biz onu], istiğna ahırına çekeriz.63. İçlerinde bir yahut iki güçlü beyit bulunan şiirler vardır, diğer beyitler onu satmak için doldurulmuş sözlerden ibarettir. Bu gibi eserler şairin uzun soluklu olmayışından ve yetersizliğinden kaynaklanır. Fakat buna karşılık öyle şairler vardır ki söze nasıl güçlü başlamışlarsa kafiyeler ne kadar uzarsa uzasın aynı hızla ve güçlü ifadelerle eserlerine teklemeden devam ederler, işte söz erbabı bu gidişi hızından bir şey eksiltmeden uzun mesafe koşabilen bir ata benzetirler. Burada ise şair açık yüreklilikle hırsını, aslında dolu dizgin koşabilen bir ata benzetmekte, fakat onu bu şekilde koşturmayarak "istiğna" [= tok gözlülük] ahırına çektiğini ifade etmektedir. "İrhâ" salmak, koyuvermek demek olup buna göre "irhâ-yı 'inan" atın dizginlerini koyuvermek, dilediği gibi koşmasına müsade etmek anlamına gelir. Yani şair ata benzettiği hırsını, tok gözlülük ahırına çekmeyip dizginlerini koyuverse, at "cerr" [= dilencilik] semtine gidecektir. Kasidenin başından beri muhatabını sürekli göldürme temayülünde olduğu anlaşılan şair, burada da böyle esprili bir ifadeyle kendisini bir şeyler istemek için zor tuttuğunu dolaylı yoldan açıkça ifade etmekte ve bir bakıma kibar dilencilik etmektedir.
64. Kösteği kırsa da mahûrdur ol ma'nâya / Köhne pâ-bend-i tevekkülde durur mı hayvân64. Hayvan [yani hırs atı] eskimiş tevekkül ayak bağında durur mu! O mana için kösteği kırsa da mazurdur.64. "Tevekkül" halk arasında daha çok her işi kaderine bırakıp koyuvermek, Allah'tan ne gelirse razı olmak anlamında kullanılır. Bu davranış biçimine itiraz olmak üzere de "Atını yahut deveni kazığa bağla, ondan sonra Allah'a tevekkül et..." derler. İşte şair bu söze bir işarette bulunmak istercesine (telmih) at, köstek ve tevekkül kavramlarını bir araya getirmiştir. "Köhne" eskimiş demek olup "köhne pâ-bend"; eskimiş, çürümüş ayak bağı anlamına gelir. Şair açıkça hırs atının köhne tevekkül bağında duramayacak kadar coştuğunu ve durumunu ifade edecek bir mana için ister istemez kösteğini kırmakta, yani ustaca ve manidar sözler sarf ederek paşadan bir şeyler talep etmede mazur görülmesi gerektiğini hoş ve ustaca bir üslûpla ifade etmektedir.
65. Kocalıkdan silinüp arpalığı nâçârun / Kaldı ıstabl-i riyâzetde ne arpa ne saman65. Çaresizin ihtiyarlıktan [dolayı] arpalığı silinip, riyazet ahırında ne arpa ne saman kaldı.65. "Arpalık" Osmanlılarda tekaüde ayrılan devlet memurlarına ve özellikle ilmiye mensuplarına ayrılan tahsisata denir. Şairin kendisinden mi yoksa yine hırs atından mı bahsettiği tam olarak açıklanmayan, biraz da kasıtlı olarak böyle birakılan bu beytinde ihtiyarlığı sebebiyle arpalığının silindiği, "riyazet" [= yeme içmede kısıntı] ahırında saman ve arpa kalmadığı belirtilmiş. Buradan da [478] anlaşılıyor ki bu kaside sebebiyle şair, sadrazamdan yeni bir arpalık yahut belini doğrultacak bir tahsisat beklemektedir. Mütercim Âsım’m "cevdân" kelimesini izah ederken verdiği bilgiye göre "arpalık" tabiri aynı zamanda atların dişleri arasında olan siyahlıklara denirmiş. Attan anlayanlar hayvanın yaşını bu lekelerden anlarlarmış. Atın yaşı ilerlediğinde bu lekeler silindiğinden hayvanın artık bir hayli yaşlı olduğuna hükmedilirmiş. Şairin "arpalığı silinmek" ifadesiyle buna da bir imada bulunduğu anlaşılmaktadır. "Istabl" ahır demektir.
66. Sâbitâ şimdi mübarek ramazân günleridür / Aç da'vâcı gibi eyleme feryâd ü figân66. Ey Sabit! Şimdi mübarek ramazan günleridir. Aç davacı gibi feryat ve figan eyleme.66.
67. Rûze-i fakr 'akîbinde gelür iyd-i gınâ / Fıtre-i vâcibe-i himmete yok mı imkân67. Fakirlik orucunun sonunda zenginlik bayramı gelir. Himmetin vacip olan fıtır sadakasına imkân yok mu?67 Şair bir önceki beyitte sanki elinde olmadan feryat ediyormuş gibi davranmakta ve sonra da "Şimdi ramazan biraz sabret" diyerek âdeta kendisini ikaz etmektedir Çünkü nasıl oruç tutulan günlerin sonunda bol bol yenip içilen bayram günleri gelecekse, fakirlik orucunun sonunda da zenginlik bayramı gelecektir. Günümüzde daha çok fitre şeklinde geçen "fıtra" yahut "sadaka-i fıtr", ramazan bayramlarında herkesin günlük yiyeceği oranında fakirlere vermesi vacip olan bir sadakadır. Görüldüğü üzere şair fakirliği sıkıntılı ramazan günlerine benzetmekte ve sonunda bayramda kendisini zengin edecek derecede bir şeyler beklediğini açıkça ifade etmektedir. Yukarıdaki övgülerden sözün kadrini çok iyi bildiği defalarca tekrarlanan sadrazam da bu imalı sözlerin altında kalmayarak gereken ihsanda bulunmak zorunda kalacaktır. Kasidenin bundan sonraki beyitleri âdet olduğu üzere dua faslını oluşturmaktadır.
68. Nitekim her sene ziynetle gelüp mâh-i sıyâm / İde her gûşe-i dünyâyı çerâgân-i cinân68-69. Her sene oruç ayının süsle gelip dünyanın her köşesini cennet çerağlarıyla aydınlatması gibi, cömertlik sahibi sadrazamın daima gündüzü bayram ve gecesi ramazanın kadir gecesi olsun.68.
69. Sadr-i 'âlî-i kerem-kârun ola hemvâre / Güni yâ ü gicesi leyle-i kadr-i ramazân69. -69.
70. Kendü her fıtr ü her adhâda selâmetde olup / Düşmeni var ise koç başına olsun kurbân70. Kendisi her ramazan ve kurban bayramında selâmette olup düşmanı varsa onun koç başına kurban olsun.70 Arapça aslında "adhâ" kelimesi 'kurbanlar’ demek olup beyitte birlikte kullanıldığı "fıtrim da delâletiyle burada bu iki kelimeyle asıl isimleri "lyd-i adhâ" [= kurban bayramı] ve "lyd-i ramazân" [= ramazan bayramı] olan iki bayramın kastedildiği anlaşılmaktadır, "paşanın koç başı" tabiri burada onun 'yiğit şahsı’ anlamında kullanılmış görünüyor. Şair hem varsa eğer paşanın düşmanlarının, yok olmalarına dua ederken, hem de ilk mısradaki kurban bayramı kavramı ile de bir uyum oluşturmaya çalışmaktadır (tenasüp).

Kaynak: Ahmet Atlilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi

Copyright © All rights reserved. | ChromeNews by AF themes.