
İşte meselenin ikinci safhası.
Nasıl bir insan uzviyetiyle, psikolojisiyle bütün bir ırsiyetin hiç bir suretle hesap ve kontrol edemeyeceğimiz derin tesalübün mahsulü ise bir sanat eseri de öylece bütün tarihin, mensup olduğu kültüre ait birçok macera ve tesadüfün mahsulüdür. Ve nasıl hiç beklenmedik bir zamanda ferdin hayatında bu ırsiyetler, iyi veya kötü fiiller hâlinde tezahür ederse, bir sanatın umumi tekâmülünde de bunlar öylece dirilirler, satha çıkarlar, unutulan ve uyuyan canlanır, -hayata karışır, saf ve mücerret gıda, renk ve lezzet olur.
işte yetmiş seneden beri edebiyatımızda mevcut olmayan şey – Yahya Kemal ve bir iki şâirin tecrübesi müstesna – bu dirilişler, bu mes’ut infilâklardır.
Hastalığı bu suretle teşhis ettikten sonra, milli bir edebiyata nasıl gidebiliriz, sualine vereceğim cevap kendiliğinden çıkar, zannederim.
— Kendimize dönmek şartıyla …
Filhakika artık Avrupa’dan ilk hamlede alınması lâzım gelen şeylerin hemen hepsini almış bulunuyoruz. Geri kalanı da almak yolundayız. Türk milletini Avrupalılaştırmak azminde hiç bir engel tevkif etmedi. Bundan böyle de edemez. Şimdi yapılacak şey, kendimize, kendi hayatımıza, mazimize, zenginliklerimize dönmek ve mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde aramaktır.
Buna muvaffak olmak için en kısa yol ise bilmektir.
Bilelim.
Evvelâ neyiz ve nelerimiz var ? Bunu bilmenin ihtirasını duyalım. O zaman hattâ mevcudiyetinden bile haberdar olmadığımız hazinelerin üzerinde oturduğumuzu göreceğiz. O zaman birdenbire bugünün yoksulluğu içinde, kahramanları, hâtıraları, efsaneleri, büyük mimari âbideleri, nesillerin sükûn ve ruhaniyet ihtiyaçlarını tatmin etmiş aydınlık peyzajlarıyle bütün bir âlem, şiiriyle, musikisiyle, küçük büyük diğer sanatlarıyla olgun ve tam zevkin, hâkim bir dünya görüşünün, tamamiyle bize mahsus bir zaman tasarrufunun hüküm sürdüğü yekpâre bir âlem meydana çıkacaktır.
İşte bu âlemin sırrına vâsıl olduğumuz derecededir ki, peşinde koştuğumuz garplı kemale ereceğiz. Çünkü garp milletlerini bilhassa temyiz eden vasıf, bu kendi kendilerini bilme keyfiyetleri, sanat ve edebiyatlarında daima bir devam aramaları, millî kaynaklara her an yeni baştan yaklaşmaları keyfiyetidir.
Bugün garp musikîsinin karşısına çıkabilecek ve onunla hiç de küçük düşmeden imtihana girebilecek derecede büyük ve muhteşem bir musikîmiz var. İstanbul ve memleketimize her gelen ecnebi – bittabi mensup olduğu kültürün muayyen bir seviyesine gelmiş olanlardan bahsediyorum. Yoksa simsar veya alelâde turistten değil – bu musikî ile bozulmamış şeklinde ve hakikaten büyük eserleriyle karşılaştığı zaman, şimdiye kadar bu kudrette bir güzelliğin kendilerine meçhul kalmasına hayret ediyor. Onların bu hayretlerini dinlerken biz şaşırıyoruz. Çünkü sahibi olduğumuz bu sanattan haberdar değiliz. Kendi musikîmiz deyince piyasa şarkısını hatırlıyor ve utanıyoruz.
Hangimiz bir Itrî’yi, bir Dede Efendi’yi, bir Şâkir Ağa’yı, bir Eyyubî Bekir Ağa’yı, bir Hâfız Post’u, bir Derunî Mehmed Efendi’yi, bir Tab’î Mustafa Efendi’yi biliyor ve tanıyoruz. Hattâ bu sanatkârların eserlerinin çoğu kaybolmuş olduğu gibi mevcutlarının nasıl okunacağını ve çalınacağını bilmiyoruz. Onlar henüz keşfedilmemiş yıldızlar gibi kendi semalarında ve yarattıkları güzelliklerin şaşaası içinde münzevi fakat emsalsiz parlıyorlar. Bize ise tahakkuku milletimize nasip olmuş bu mükemmeliyetlerden habersiz ve onlara yabancıyız. Halbuki onları bilmemiz lâzım. Onlar asırların içinde Türk ruhu dediğimiz şeyi, bir ırkın güzellik rüyasını, nesillerin sonsuzluk daüssılasını, aşk ve ölüm ürpermelerini, bütün cûşiş ve kederlerini tahakkuk ettirmişlerdir. Biz onların örsünde döğüldük ve hâlâ onlarla hayat ve ruhumuzu zenginleştirebiliriz. İçinde yaşadığımız ve mânâsını, anlamağa çalıştığımız âlemin altın anahtarları onlardır. Onları bilmeden tamamiyetimizi kazanamayız. Bu, zamanla mümkün olsa da, bu suretle tahakkuk edecek şey artık biz olmayız. Bizden başka bir şey olur. Halbuki cemiyet hayatının en büyük sırrı, millî benlikteki devamdır.
Musikîmiz için mevcut olan lâkaydimiz, mimarîmiz için de devam ediyor. Dokuz asırdan beri Anadolu ve Rumeli toprağını ırkımızın güzellik rüyaları olan eserlerle süsledik; cami, medrese, han, kervansaray, çeşme, türbe, bir yığın eserimiz var. Bunlar hakkında ne biliyoruz? Kaç kitabımız var ve daha ilerisine gidelim, hattâ muhafazaları için ne yapıyoruz? Onların gözümüzün önünde harap oluşuna şâhit olan nesiller henüz aramızdadır. Ve bugün dahi bu eserlerin çoğu bakımsızdır. Halbuki göz göre göre ihmal ettiğimiz bu eserler içinde öyleleri vardır ki, yalnız bir tanesini tahakkuk ettirebilirse, tarihsiz bir insan sürüsü millet sıfatını alabilir.
Bir edebiyat nelerden teşekkül eder?
Her zaman müstakil şâheser vücuda gelmez. Hattâ milletlerin hayatında yaratmanın kendisine mahsus bir ritmi vardır. Belki bu ritm hususî şartlarla tâcil edilir. Fakat ne olsa, kısır devirler, velût devirler kadar çoktur. Bugün bir edebiyatı asıl yapan şeyler, biyografiler, monografiler, velhâsıl cemiyetin kendisini bilmek için sarfettiği gayretin mahsulü olan ikinci derecede eserlerdir. Ve bu cins mahsullerdir ki, dehanın gelip geniş terkibini yapabilmesi için lâzım olan muhit ve malzemeyi hazırlarlar. Onun vasatını teşkil ederler. Başka memleketlerde her edebî nesil işe mazi hakkındaki görüşünü, onu anlayış tarzını tesbit etmekle başlar.
Alman edebiyatının en beşerî ve hattâ en kozmopolit siması gibi göründüğü söylenen Goethe’nin gençliğinde Alman katedralleri hakkında yazmış olduğu küçük bir etüdü okurken yaptığım mukayese beni şaşırttı. Klâsik Goethe, Yunan âşıkı Goethe, Voltaire’in ve Racine’in sâkin ve olempiyen vekarlı tilmizi, Racine’in hayrankârı Goethe, Alman kültürünün kaynaklarından biri önünde birdenbire düşüncesinin en mahrem tarafında yakalanınca bana çırçıplak göründü. Ve o zaman onu daha iyi tanıdım. O yazıyı okur okumaz anladım ki, bu yeni tesirler, sevgiler sonradan gelen aşılardır. Onda asıl bünyeyi yapan millî Alman harsıdır.
Anadolu’nun her şehrinde, her kazasında ruhun nefha nefha estiği yerler var. Daha hiç kimse onlardan bahsetmedi. Halbuki Türk peyzajı, unsurlarının sadeliği ve telkin ettiği hislerin kesafeti itibariyle bahse değen bir şeydir. Bizi Avrupalıların, kendilerinden aldığımız şeyler için beğenmesi ve bize hayran kalması mümkün değildir. Olsa olsa aferin deyip geçerler, bizde asıl bizim olan şeyleri tanıttığımız zamandır ki, bizi beğenip seveceklerdir; çünkü o zaman güzelliğin, kendi kendisini tahakkuk ettirmenin yolunda kendileriyle müsavi göreceklerdir.
Aynı şey şiirimiz için söylenebilir, fakat burada kaynaklarımızdan edeceğimiz istifade de benim için daha vâzıhdır.
Yukarıda bugünkü edebiyatımızdan memnun olmamağa bizi sevkeden âmillerin eski şiir an’anemizle yeninin arasındaki rabıtasızlıktan olduğunu arz etmiştim. Eski şiirlerimizde bugün dil, imaj tarzları, hayat telâkkisi ve hattâ sanat telâkkisi aramak, bizim için tarih olmuştur. Bunu bilmek, onu tanımaktan bizi müstağni bırakmaz. Bundan iki sene evvel Nurullah Ataç çok şâyân-ı dikkat bir makalesinde Türk liriklerinin Fransız liriklerine fâik olduğunu iddia etmiş ve sonra yine kendisine mahsus bir samimiyet ve lezzetle “belki bir ecnebinin fransızcayı bir Fransız kadar öğrenmek ihtimali olmadığı için bu fikre sâhip olduğunu söyleyerek” sadece ifratını tashihe çalışmıştı.
Nurullah Ataç’ın hakkı vardır; eski şiirimizin alabileceğimiz bir cûşişi, bir sesin perdesini yükseltme örneği vardır ki, ihmal ettiğimiz müddetçe bugünkü türkçeye istediğimiz rehavet ve güzelliği veremeyiz. Dilimizin dehası, şiirimizin an’anesi bir zaman
“Benimdir növbet-i feryâd bülbüller hâmuş olsun” diyordu.
Bir Nef’î‘nin, bir Nâilî‘nin, bir Nedîm‘in geçtikleri bir an’ane içinde muvaffak olabilmek için onların yürüdükleri yolu bilmek, yaptıklarını tanımak, çözmek ilk şarttır. Aksi takdirde ilelebet mode mineure’de kalırız. Küçük ve zarifin ötesine geçemeyiz. Hece vezninin – bir iki şâir müstesna – talihi bu olmuştur. Bilmek lâzım dedim, bildikçe kendimizi eski benliğimize yakın bulacağız. Yavaş yavaş büsbütün yeni ve yabancının yerini yenileşmiş an’ane alacak. İhtiyar ve kurumuş zannedilen ağacın dirilme mucizesini görecek nesillerin saadetini düşünüyorum.
Şimdiye kadar tarihten bahsettim. Halbuki bugünkü hayat için de aynı dikkati daha büyük bir hamle ve aşkla göstermemiz lâzım.
Bir millet, her şeyden evvel kendi kendisini ciddiye almak mecburiyetindedir. Kendi kendimizden bahsetmeğe alışalım. Büyük meselelerimizi bulalım. Anadolu bin başlı bir muamma gibi gözümüzün önünde duruyor. Bunu çözmeğe çalışmak lâzımdır. Bugünkü edebiyat karşısında bütün tarih ve bütün vatan bâkir olarak duruyor.
Gazetelerden takip ettiğim iki üç dava bana bu memlekette halkın, münevverin mevcudiyetinden bile şüphe etmediği kesif bir hayatı olduğunu öğretti. Bunlar neticeleri itibariyle kanlı ve zâlim vak’alardı, olmamaları daha hayırlıydı. Fakat İstanbul’un fakir semtlerinde yaşayan parasız, bedbaht fakat aşkında, dostluğunda, kininde, bizden başka türlü canlı insanların mevcudiyetini gösteriyordu. Birkaç el tabanca ateşinin aydınlattığı bu hayatın birliği, hâlisliği, bütünlüğü karşısında bugünkü cehaletimizle ne kadar şaşırsak haklıyız. Halkımız bizim zannettiğimizden daha çok kesif yaşıyor, seviyor, eğleniyor, nefret ediyor, velhâsıl hayat dediği oyunu bütün ciddiyetiyle oynuyor. Ve biz bunu bilmiyoruz. O kadar bilmiyoruz ki, çok büyük bir muharririmiz günün birinde kendimize mahsus bir hayatımız olmadığı için Rus romanı gibi bir romanımız olmadığını söyledi. Ne hazin yanlış!
Sivas’ın, Kayseri’nin, Kütahya’nın, vatan coğrafyasının her köşesinin kendisine mahsus hayatı var. Yalnız bizim bu hayat hakkında bilgimiz yok. Daha iyisi, bir nevi sevgi kıtlığı bizi onu görmekten menediyor.
Demin bilmek en kısa yoldur demiştim. Fakat sevmek daha emindir. Ve anlaşılması lâzım gelen bütün bir hayat olunca biricik yol kalır.
Bir kere kendimizi bilmeğe, kendimizi tanımağa ve sevmeğe başlayalım. O zaman milli edebiyat dediğimiz muammanın kendiliğinden halledildiğini göreceğiz. Çünkü o zaman okuduğumuz kitapların kendi ağzımızdan ve haberimiz olmadan konuşmasından kurtulacağız, onun yerine bütün bir mazi, yenileşmiş bir an’ane ve mahpus, gayr-ı şuurda kalmış temayülleriyle çok müessir ve derin iştiyaklarıyle, sıcak ve kanlı realitesi ile bütün bir hayat konuşmağa başlayacaktır. Bir tek tesellim bugünkü 1edebiyatın dağınık manzarası içinde bu hedefe yavaş fakat çok emin bir tarzda gidenlerin mevcudiyetini bilmektir. Fakat bu, bir başka konuşmanın mevzuu olabilir.
Ankara 1940, C.H.P. Konferanslar Serisi, Kitap. 19, s. 37-48
- 1.Tanpınar AH. Edebiyat Üzerine Makaleler. Dergah Yayınları; 1998.