Önbilgi:
Klâsik şiir geleneğinde her şair kendisini âşık, âşık olduğu için de kederinden işret meclislerinde gece gündüz içen, kim ne der kaygısı taşımayan bir “rind” olarak gösterir. Bu hâl edebiyatın inceliklerine vâkıf olmayan okuyucularda şair hakkında sürekli bir şüphe oluşturacağından, aynı zamanda şairin riya kirine bulaşmasını engelleyen bir tavır olarak kabul ediliyor ve koyu sofuluktan daha saf ve hoş bir durum olarak rağbet görüyordu. Şeyhülislâmlık, tarikat şeyhliği vb. bulundukları mevki itibarıyla zaten şarap içmesi mümkün olmayan şairlerin dahi (msl. bk. “Şeyhülislâm Yahya”) en müfrit ayyaşlar gibi şiir söylemeleri, “şarap” kavramının şiir dilinde aynı zamanda ilâhî aşkın sembolü olarak kabul görmesinden kaynaklanıyordu. Tabii şiirlerinde gerçek anlamda şarabı ve sevgilileri terennüm eden şairler de bu gibi sembollerin ardına sığınarak dilediklerini rahatça söyleyip yazabiliyorlar, en baştan çıkarıcı işret meclislerini dahi diledikleri gibi tasvir ve terennüm edebiliyorlardı.
GAZEL
mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün
1 – Nasihatler kılur zâhid bana her dem be-mestûri
Velî bilmez ki bu ‘âşık olupdur ‘işk ma’zûrı
2 – Sinün şîrîn lebün zevki tenümde cânumun cânı
Cemâlün şu’lesi şevki bu iki gözümün nûrı
3 – Cemâlün cennetü’l-me’vâ boyun bir servdür zîbâ
Yanagun goncesi ra’nâ yüzün agı gül-i sûrî
4 – Cihan tendür velî sensin letâfetde onun ruhi
Melâyik çâkerün külli beşer kul hâdimün hûrî
5 – Susaduk sâkî sun camı vir içsün puhteler hâmı
Gidersün ‘âr ile nâmı şerâb-i nâb-i engûrî
6 – Bu gice subha dek sâkî içelüm tolu sagrakı
Kalursa süciden bâkî yazalum irte mahmûrî
7 – Senün ‘ışkun şerabından bu Dâ’î şöyle mest oldı
Uyarmaz uyhudan anı meğer İsrâfil’ün sûrı
1 – Zahit bana kapalı olarak öğütler verir, fakat bu âşığın aşk özürlüsü olduğunu bilmez.
2 – Senin tatlı dudağının lezzeti benim bedenimde canımın cam; yüzünün ışığının coşkusu bu iki gözümün nuru [gibidir].
3 – Yüzün Me’vâ cenneti, boyun hoş bir servi; yanağının goncası harika, yüzünün aklığı sûrî gül [gibidir].
4 – Kâinat beden sen ise letafetinle onun ruhusun. Melekler kulun, insanların tamamı kölen, huri [ler] hizmetçilerin.
5 – Saki susadık, kadehi sun, pişkinlere ham şarabı ver içsinler; üzümün saf şarabı utanç ve şöhret kaygısını gidersin.
6 – Saki bu gece sabaha kadar dopdolu kadehi içelim, şaraptan arta kalırsa [onunla] ertesi gün mahmurluk açalım.
7 – Senin aşkının şarabı ile Dâ’î öyle mest oldu ki onu israfil’in sûru dahi uykudan uyandıramaz.
Şiirin Şerhi:
1 – Klâsik şiir geleneğinde “zâhid” [= koyu sofu], dinî kaidelere sımsıkı bağlanıp taviz vermeyen ve kendisi gibi olmayanlan sürekli ikaz ve rahatsız eden bir tipi sembolize eder. Kıyafeti, davranışları, çevresine savurduğu tehditleri ile rindler tarafından hemen hiçbir zaman hoş görülmeyen bu tip, aynı zamanda bu konumunu şahsî menfaatlerine alet etmek ve samimî olmamakla itham edilir. Şairler onu bu haliyle dinen en büyük günah kabul edilen ‘riya’ kirine bulaşmış olmakla kınarlar. Sosyal hayatta daha çok imam ve vaiz gibi mesleklerle karşımıza çıkan bu tip, zaman zaman camiye uğrayan “rind” tipine kapalı üslûpta nasihatlar veya iğneleyici sözler dokundurmayı özel bir zevk hâline getirdiğinden, eski şiirimizde rint ve zahidin bu sürtüşmeleri orta oyununu andıran bir üslûp içinde binlerce beyitle sürüp gider. “Be-mestûri” kapalı olarak demektir. Bu ifadesiyle şair, zahidin kendisine “mestur” [= kapalı] bir üslûpla her fırsatta lâf dokundurduğunu ima etmektedir. Ardından da kendisinin âşık olduğunu, aşkın gam ve kederini defetmenin tek yolunun da içmek olduğunu belirterek bu sebeple mazur görülmesi gerektiğini öne sürmektedir. Dikkat edilecek olursa bu cevap aslında dinen hiçbir zaman geçerli kabul edilemeyecek bir mazeret olup aslında “zâhid”i çileden çıkartmak için özellikle sarf edilmiştir.
2 – “Cânı canı” tabiri günümüzde kullanıldığı anlamın yanı sıra, “cân” kelimesi -meselâ ‘cân u gönülden’ deyimindeki haliyle- ‘gönül’ ile eş anlamlı olduğundan, “canın canı” ibaresi edebiyatta aynı zamanda gönüle can veren kimse yahut nesne anlamına gelecek şekilde de kullanılmıştır. “Zevk” günümüzde kullanıldığı anlamın yanı sıra esas itibarıyla ‘tat alma duygusu’ demektir. Buna göre şair sevgilisinin dudağından çıkan sözlerin güzelliğinin yahut onun dudağını öpme sonucu elde ettiği lezzetin, kendi bedeninde âdeta cana can katan yahut gönlünü diri tutan bir güç gibi göstermektedir. Günümüzde de çok değer verilen ve sevilen kimseler için kullanılan “göz nuru” tabiri eskilerin görme ile ilgili kanaatlerinden kaynaklanmaktadır. Nasıl vücudun en kıymetli organı göz ise, gözün de görmesini sağlayan en kıymetli unsuru gözden çıkıp nesnelere dokunup geri gelen bu “göz nuru” olarak kabul ediliyordu. Şair sevgilinin “cemâl”inin [= 1. yüz, 2. güzellik] “şu’le”sini [= ışık] görmek için duyduğu “şevk”i [= coşku] gözünün nuru kadar kıymetli kabul etmektedir. İkinci mısradaki “şevk” kelimesinin uzak anlamı ‘parıltı ve ışık’ demek olduğundan, kelime bu haliyle aynı mısradaki “şule” ile uyum oluşturacak şekilde özellikle tercih edilmiştir (ihamıtenasüp).
3 – Yurt ve konut anlamına gelen “me’vâ” kelimesiyle oluşturulan Arapça “cennetü’l-me’vâ”, içinde bulunan birbirinden güzel nimetlerle ebediyen yaşanacak cennet anlamına gelir. Şairler her an sürekli zihinlerinde bulundurdukları sevgililerinin yüzlerini, güzellikleri sebebiyle böyle bir cennete benzetirler. Aslında sevgilinin tasavvufî açıdan ilâhî varlık boyutunda düşünülmesi hâlinde bu güzelliğe duyulan aşk ezel meclisinden itibaren başlayıp ebediyete kadar süreceğinden, buradaki “cemâl” yani güzelliğin ebedî cennete benzetilmesi, ayrı bir anlam ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Boyun servi ağacına benzetilmesi bu ağacın dümdüz bir görünüme sahip olması ve hoş bir salmışı bulunmasıyla ilgilidir. Esas anlamı çılgın demek olan “ra’nâ” kelimesi edebiyatta teklifsiz tavırlan olan şuh güzeller için çokça kullanıldığından daha sonraları “harika ve olağanüstü güzellik” anlamına gelecek şekilde geçmeye başlamıştır. Bu kelime sarı ve kırmızı yahut kırmızı ve beyaz gibi iki renge sahip güllere de sıtat olarak kullanıldığından, “gul-ı ra’nâ” yahut “gonce-i ra’nâ” tabirleri güzel gül anlamının yanı sıra iki renkli gül anlamına da gelir. Bu bakımdan şair “Senin yanağının goncası ranadır” derken bu ifadeyi hem ‘olağanüstü güzelliktedir’ hem de ‘iki renklidir’ anlamına gelecek şekilde kullanmıştır. “Gül-i sûrî” olağanüstü kokusu olan beyaz bir gül cinsidir.
4 – “Letafet” günümüzde olduğu gibi güzellik anlamına geldiği gibi, aynı zamanda cisimle ilgili değil ruh ile ilgili olan nesnelerin özelliğidir. Bu bakımdan kelime, mısrada yer alan “rûh” ibaresi ile içten bir bağlantı halindedir. Metinde geçen “ten” [= beden, vücut] ve “rûh” kavramları birbirlerini tamamlayan unsurlar olduklarından ayrıca bir uyum oluşturmaktadırlar. Birinci mısradaki beden ve ruh ikilisini karşılamak üzere ikinci mısraa “beşer” [= insan] ve “melâyik” [= melekler] ibareleri yerleştirilerek beyit şekil itibarıyla âdeta geometrik bir yapıya kavuşturulmuştur. Bütün bu düzenlemelerin yanı sıra şair bu beyitte sevgilinin kimliği hakkında okuyucuyu şüpheye düşürecek bir tarif geliştirmektedir. Çok sevilen bir kimse, onu seven için cihanın ruhu olarak görülebilir. Ancak metne “vahdet-i vücut” açısından bakıldığında, madde olarak zuhur eden bütün varlıkların özünde bulunan Allah, âdeta cihanın ruhu gibi olması bakımından, tarifin delâlet ettiği nesne bir anda farklı boyutta karşımıza çıkıveren bir yapı arz eder. Fakat yine de burada çoğu zaman olduğu gibi şairin övdüğü şahsa ilâhî ve olağanüstü bir kimlik yüklemek istediği anlaşılmaktadır. Bu şahsın çevresinde ona hizmet edenler melek ve huriler gibidir, bütün insanlar onun kulu olacak derecede ona bağlıdırlar.
5 – Gazel formu gelenek itibarıyla güzellerden, saki ve şaraptan bahseden şiirlere konu olur. Burada şair işret meclisindeymişçesine bir tavırla sakiye hitap etmekte ve ondan kadeh sunmasını istemektedir. Beyitteki “puhte” [= pişmiş, olgunlaşmış, kemale ermiş kimse yahut nesne] ile “hâm” [= çiğ, henüz olgunlaşmamış, taze] kelimeleri tam bir tezat oluşturacak bir biçimde seçilmişlerdir. “Hâm” ile kastedilen taze şaraptır. Şarap yıllarca durdukça olgunlaşacağından edebiyatta henüz yeni üretilmişine “hâm” [= çiğ] adı verilir. “Âr” utanma, “nâm” ise şöhret demektir. Şarap içildikten bir müddet sonra kişiye neşe ve cesaret verir, utangaçlığı giderir, hakkımda ne derler kaygısını bertaraf eder. Bu yüzden meyhaneler serbestçe hareket eden, keyfine göre davranıp nara atanlarla doludur. Fakat şarap aynı zamanda edebiyatta ilâhî aşkın sembolü olduğundan; bu hâlin tesiri ile kendinden geçip sarhoşçasına coşan dervişlerin hâlleri de görünüş itibarıyla pek farklı olmayıp (bk. res. 7), aynı tabirlere sufiyane edebiyat ürünlerinde de bolca rastlanır. Bu bakımdan beyit her meşrepte okuyucu kitleleri tarafından rahatlıkla okunup meşrebe göre yorumlanacak bir özelliktedir.
6 – “Mahmûrî” [= mahmurluk] şarabın ve sarhoşluğun verdiği durgunluk ve sersemlik, “yazmak” ise dağıtmak demektir. Şarabın tesiri ile sızıp kalan sarhoşlar, sabahleyin uyandıklarında üzerlerindeki bu hâli gidermek için yeniden içtiklerinden “mahmurluk yazmak” ile bu durum kastedilmektedir. Şair eğer “sücf’den [= şarap] “bakî” [= artık] kalırsa, onu da ziyan etmeyip güya mahmurluğu dağıtma bahanesiyle içilmesi niyetindedir. Şaraba müptelâ olanların hâlini tasvir eden bu beyit tasavvufî açıdan yaklaşıldığında, geceleri sabaha kadar Allah’a ibadet edip onu düşleyen Hak aşıklarının sabah yeniden aynı duygularla neşelerini sürdürmelerine delâlet edeceğinden, şairi haram işlemekle itham edecek tavizsiz dindarlara karşı çoktan kılıfını hazırlamış bir yapı arz eder.
7- Dört büyük melekten biri olan “israfil” kıyamet günü geldiğinde “sûr” denen ve daha çok bir boru şeklinde hayal edilen (bk. res. 8) nesneye üfürdüğünde dağlar yerinden oynayıp hallaç pamuğu gibi atılacak ve bütün canlılar ölecek yeryüzünde bayat duracaktır. Ardından tekrar “sûr”a üfürdüğünde bütün ölüler kabirlerinden yeniden dirilip mahşer yerine toplanmak için ilerleyeceklerdir. İşte şair böyle bir manzarayı ima ederek; bütün ölüler bu sesi duyup uyanacakları hâlde kendisinin bu sesi duyamayacak dereceden sevgilinin aşkının şarabı ile mest olduğunu iddia etmektedir (mübalâğa).
Kaynak: Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi